Enduroist Slogan
Bizi Takip Edin Follow us on Facebook Follow us on Twitter Watch us on YouTube
Kayıt ol
Sayfa 1 Toplam 3 Sayfadan 123 SonuncuSonuncu
1 den 10´e kadar. Toplam 24 Sayfa bulundu

Konu: MOĞOLİSTAN

  1. #1
    Enduroist Üye Ali Küver - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Isim
    Ali Küver
    Üyelik tarihi
    04-11-2019
    Bulunduğu yer
    İstanbul
    Mesajlar
    107
    Motosiklet
    Africa Twin 2019
    Marka
    Honda

    Standart MOĞOLİSTAN

    Covid -19 salgını nedeni ile daha çok içerilerde olduğumuz bu günlerde, belki biraz daha okumak isteriz. : ) Buyrun efendim, Moğolistan yol hikayem:



    Resimli anlatım linkleri...


    Moğolistan Bölüm I

    Moğolistan Bölüm II


    Moğolistan : Yoldan Ötesi

    Montumun da içerisinde olduğu sırt çantam — uçağın yarısının bagajları gibi- Ulan Batur’a ulaşmadı. Çok sık oluyormuş burada. “Yarınki uçakla gelir” dediler. “Eyvallah” dedim. Sanırım anlamadılar Aslında macera en baştan başlıyormuş, sonra anlayacaktım.
    Moğol arkadaşım Bat beni karşıladı, Ulan Batur’un kıyısında bir mahalledeki evine götürdü. Evlerinin bahçesinde Ger’ler/Yurt’lar (Moğol çadırları) vardı. Yurtlar şehirde de hayatın bir parçası olmaya devam ediyor. Annesi hemen Tsai dedikleri süt, su, yeşil çay ve tuzdan yapılan ve Moğolistan’da, bizim çayın yerini tutacak kadar yaygın içilen içecekten ikram etti ve Buuz (bir çeşit mantı) yaptı. Sabahın erkeninde kahvaltı olarak höpürdeterek yedik içtik. Güzel bir gün doğuyordu.

    Ulan Batur arka mahalleler
    O günü Bat ve onun arkadaşları ile Ulan Batur ve çevresinde geçirdim. Planımda yoktu ama Tsonjin Boldog’daki Cengiz Han Heykeli kompleksine gittik.

    Cengiz Han Heykeli (Tsonjin Boldog)
    At bindik; Moğol gardaşlara ayak uydurabildiğime sevindim.

    Dörtnala koşmadan önce
    Buraya giderken yolda sağda Tonyukuk Anıtı var. Ama ben Orhun Yazıtları ile ilgiliydim.
    Ulan Batur cazip değildi. Sırt çantamı beklemek yerine, yoluma devam etmeye karar verdim ve akşam trene (katara) atlayıp Gobi Çölü’ne, 450 km ötedeki Saynşand’a doğru yola çıktım. Niyetim Khamarin Khiid (Khamar) Manastırı yakınındaki Enerji Merkezi’ne gitmekti. Çoluk çocuk dolu, sıcacık bir yataklı tren… Koridordaki koltuklar dahi yatağa dönüşüyordu. Yataklı evet, ama çarşafsız, yastıksız, örtüsüz; aç uzan! Trenin sıcacık olması nedeni ile nema problema.
    Saynşan’da inip, makul bir ücret karşılığında, yolcuları istasyonda karşılayan, paylaşımlı arabalardan birine bindim. Şoför ve Moğol bir aile ile birlikte civarda görülecek diğer yerleri (Bayanzurkh, Meme Kayaları/Muum Khadde, Büyük Çan, Meditasyon Mağaraları) dolaşıp Enerji Merkezi’ne geldik.

    Enerji Merkezi — Khamarin Khiid
    Burası turistik olmayan, çoğunlukla Moğolların ziyaret, ibadet ve olumsuz enerjilerden kurtulup arınmak için geldiği, dünyanın enerji noktalarından (çakralarından) biri olarak bilinen bir yer. Eskiden bu yerde, bölgenin enerji potansiyelini fark eden Danzanravjaa adlı bir keşişin (aynı zamanda bir eğitmen, sanatçı) kurduğu bir tapınak varmış, sonra yıkılmış. Şimdi yakınında yeni bir tapınak kompleksi var. Okuduklarımdan anladığım kadarı ile burası eski dönemde, dini bir inanç merkezinden öte sanat, kültür ve özgürlük vahası olmuş.
    Kapının önünde durup iki gözün arasındaki 3. göze bakıyor ve sol kapıdan (Altın Kapı) girip belli bir ritüel/sıra takip edip, sunular sunup (süt, votka, pirinç, su, vs) sonunda çöle, rüzgara doğru geleneksel bir şarkı (Ulemjin Chanar/Your Perfect Qualities/Senin Mükemmel Özelliklerin) söylediğiniz bir stupaya varıyorsunuz.
    Yolculuğumun ilk çarpıcı anlarını burada yaşadım. O stupanın önünde, şarkı söyleyen bir kadın gördüm. Müthiş bir ses ve söyleyişle şarkıyı söylüyordu. Daha sonra bu şarkıyı internette bir çok kişiden dinledim ama onun gibi söyleyenine rastlamadım. O kadın bedeni ile değil ruhu ile orada bulunuyordu, sesi rüzgara karışıp gelip gönlüme dokunuyordu. Onun söyleşinde duyumsadım şarkının sözlerindeki naifliği, bu sözlerin getirdiği hafiflemeyi, müteşekkirliği, kalenderliği, yalınlığı… Sonra bu kıymetli kadın gitti, avlunun bir yanındaki kırmızı taş, topraktan oluşan alanda oturdu meditasyona başladı.

    İşte o kadın!
    Bu merkezdeki ritüel, herkesin, ayakkabılarını çıkararak girdiği bu alanda, oturarak, yatarak, uzanarak ya da ayakta biraz zaman geçirmeleri, meditasyon yapmaları ve sonrasında sağdaki kapıdan (Gümüş Kapı) çıkmaları ile tamamlanıyor. Çıkıştaki tabela bir durdurup düşündürüyor: “İyi şanslar ve barış getir!”
    Moğolistan’da otostop neredeyse imkansız zira neredeyse her araç bir taksi. Paylaşımlı bir taksi ile Ulan Batur’a döndüm, gece havalimanına vardım. “Sizin çantayı havayolu şirketinin şehir merkezindeki ofisine gönderdik, orası da ancak sabah açılır” dediler. Ulan Batur’da bir gece daha konakladım. Sabah çantamı sapasağlam teslim aldım.
    Fiyatları ve internet sitesindeki samimi hava nedeni ile ilgilenmekte olduğum motosiklet kiralama şirketini aradım. Yola çıkmadan önce gönderdiğim epostama cevap vermemişlerdi. Sebebini sonradan öğrenecektim. Israrlı bir kaç aramadan sonra (belki erken saatte arıyordum) telefona çıkan Cheke’ye meramımı anlattım. Nereden geldiğimi, adımı sordu ve “şu an müsait değilim, 5 dakika sonra arayacağım” dedi ama aramadı. Bu arada kahvaltı ettim, aradan 1 saat geçmişti, yine aradım. Kader ağlarını örüyordu. Kendimi tanıttım. “arayacağım dediniz, aramadınız” dedim. Cheke, “ha, sen İstanbul’dan Ali’sin, motor istiyorsan gelip alabilirsin, hazır” dedi. Sevindim. En çabuk nasıl gelebileceğimi sorunca (internet sitesinde ulaşım olanakları yazıyor) nerede olduğumu sordu ve kardeşi Jaga’nın, taksisi ile benim bulunduğum yer civarında olması gerektiğini, istersem onunla konuşabileceğini söyledi ve 5 dakika sonra, beni, oturduğum kafenin karşısında bekleyen Jaga’nın taksisindeydim. Jaga, Moğol tarihi ve günceline dair özeti de içeren hoş bir muhabbetle taksisini Ulan Batur’un dışına doğru sürdü.

    Ulan Batur arka mahalleler
    cheketours’un yerine vardık. Burası mütevazı, işlevsel, bir bahçe içerisinde yer alan küçük bir ev, biri ofis ve zaman zaman misafirhane olarak kullanılan iki Yurt, motorların garajı olarak kullanılan konteynerler, banyo, tuvalet ve gerekli ekipmandan oluşan, personeli son derece yardımsever ve arkadaş canlısı bir yer. Cheke yoktu, beni Anna karşıladı, formaliteler ile oyalamadı. Ödemeyi yaptım (sadece nakit kabul ediliyor), kısa sözleşmeyi imzaladım, motoru hemen aldım.

    cheketours
    Bütün kamp ekipmanımın da içinde olduğu sırt çantam ve küçük çantam motorun üzerinde bağlıydı. Önce motordaki elektrik çıkışına uygun girişli (USBsiz) bir şarj aleti bulmak istiyordum. Hemen yakındaki havaalanındaki mağazada yoktu. Danışmadaki kız, yolumun üstünde büyük bir market olduğunu, orada bulabileceğimi söyledi. Yola koyuldum. İstikametim Khustain Nuruu Milli Parkı… Ulan Batur’a yaklaşık 100 km... Motora, Moğolistan yollarına alışmak, ilk molayı vermek ve vahşi atları görmek için iyi bir mesafe ve yer.
    İlk sağ sapağı kaçırmışım. Bunu çok sonra fark ettim. Kader ağlarını örmeye devam ediyormuş. Farklı bir yoldan gitmekte olduğum için o büyük marketi bulamadım. Benzin istasyonlarında market yok. Denk geldiğim dükkanlar birer bakkal, onlarda da şarj aleti yok. Harita uygulamaları hayli şarj yiyor, şarj aletim olsa — sürerken telefonumu şarj edebileceğim için — kendimi daha rahat hissedeceğim; zira neye doğru sürdüğümü tam olarak bilmiyorum ama “medeniyetin” olanaklarından uzaklaşmakta olduğum belli.
    Ulan Batur’dan bir kaç kilometre çıktıktan sonra ortalık belirgin şekilde tenhalaşıyor, biraz daha gittiğinizde zaten kırsaldasınız. Motoru kiraladığım cheketours’un yeri de hemen şehrin kıyısında (havaalanına yakın) olduğu için Ulan Batur’un trafiğine dalmadan kendinizi Moğol steplerine atmanız kolay.
    Hava kapanıyordu. Köy mü, mahalle mi olduğunu anlayamadığım bir yerden geçerken asfalt bitti. Bıçakla kesilmiş gibi… Önce durdum. Ama baktım yanımdan bir araba geçti ve araziye doğru, tozu toprağa katarak gidiyor, aynı istikamette uzakta bir araba daha var, “devam”, dedim. Yolun bittiği yerde Moğolistan başlar derler, başlamıştı.

    Moğolistan
    Sağ tarafımda, kuzeyde, bana eşlik eden Khatantuul Nehri imiş, o zaman daha adını bilmiyordum.

    Khatantuul Nehri
    Ulan Batur’dan sonra yaklaşık 30 km yol kat edip Altanbulag’a geldim. Ummadığım bir şekilde, şarj aletini buradaki markette buldum, rahatlamıştım.

    Şarj aletini bulduğum market
    Bu küçük yerleşim yerinin 2 pompalı benzin istasyonunda, çok eksilmemiş olsa da yakıtımı tamamlamak istedim. Pompacı, deponun azıcık aldığını görünce (84,86 Tugrik kadar) şaşırdı, bozuldu ve uyanıklık yapıp fiyatı bana 8486 Tugrik diye yutturmaya çalıştı. Tabii, yer mi Anadolu çocuğu Pompacı bu sefer yemediğime şaşırdı, bozuldu ve 84,86 Tugrik (Moğol para birimi)’i de almadı.
    Altanbulag Sağlık Merkezi’nin bahçesini temizleyen güler yüzlü gardaşa Khustan Nuruu’ya nasıl gidebileceğimi sordum. Gülümsedi.
    “Nehir geçebilir misin”, diye sordu?
    Moğolistan’dayız ne de olsa, “Denerim”, dedim.
    “Bulabilirsen, 10 km kadar ötede köprü var”, dedi.
    “Denerim”, dedim.
    Telefonu sabitleyemediğimden, gözümle görebileceğim bir yere koyamadım. Durup çıkardığımda da haritanın yüklenmesi zaman alıyordu. Zaten şu maps.me’ye alışamadım gitti. Moğolistan’da çevrimdışı sorunsuz çalıştığını söyledi herkes, çalışıyordur herhalde google haritalar ise çalışmıyor ondan eminim.
    Altanbulag’ı arkada bırakıp tepelere doğru sürdüm. Yağmur çiselemeye başlamıştı. Sezgilerimle yolu bulmaya, nehre yaklaşmaya çalışıyordum. Bu diyarda denklemler değişiyordu; yol soruyor, yön bulmaya çalışıyordum. At sürüleri başta olmak üzere hayvan sürüleri başlamıştı. Yaban Moğolistan’a, Vahşi Doğu’ya doğru sürüyordum.
    Bir tepenin etrafından kıvrılınca, aşağıda nehri ve köprüyü gördüm. “İşte buldum köprüyü!”, dedim sevinçle.

    Köprüler yaptırdım gelip geçmeye
    Keyifle birkaç fotoğraf çekip video kaydı yaptıktan sonra köprüyü geçtim. “tamaaam” derken , bir köprü daha… “eh, peki olsun”, derkeeen… O da ne, bir köprü daha! İndim baktım ama bu geçilecek gibi değil.

    Köprüden geçemiyom, az doldur içemiyom
    Köprünün solundan, sudan geçtim.

    Bu, Kızılyıldız’ı son görüşümüz
    Burada, karşıdan gelen yerli bir motorluya, elimle işaret ederek, gideceğim yeri bağırdım, durmadan başını salladı, “doğru” yoldaymışım. Bir su geçişinden daha sonra, gideceğim yönün aksi yönde, ileride gördüğüm Yurtlara doğru sürdüm. Nadiren rastladığım çiçekli bir kırdan üç Ger (Yurt)’in kurulu olduğu çayıra vardım.

    Moğolistan — Altanbulag civarı
    Ağıla doğru yürüyen “yaşlı” teyzeye “Khustai Nuruu?” , dedim, eliyle, “dağlara paralel git, sonra dağlara doğru dön” işareti yaptı. Başımla “tamam” dedim. Bir kaç fotoğraf daha çekip geri döndüm. Arazi müsait; ister patikayı takip ederim, ister araçların yol izini, ister kendi yolumu çizerim (bu Moğolistan’da çoğu zaman iyi fikir değilmiş).
    Biraz dağlara paralel sürüp, sonra dağlara doğru yönelince nehir çıktı karşıma, yaklaşık 20 metre genişliğinde. Kıyısı bıçakla kesilmiş / çökmüş gibi dik. Akıntı gözle görünür şekilde kuvvetli. Buradan karşıya geçilmez. Kıyıyı takip ederek suyun akış yönünde devam ettim. Nehir kıyısında ağaçlı bir bölge başladı. Nehrin küçük bir kolundan, yamacı yaklaşık 1 metre yüksekliğinde, kavisli, çamurlu bir yerden suyu (burası 20 metre genişliğinde değil) bir daha geçtim ve yine dağlara ve gün batımına doğru yöneldim. Uzun otlu, seyrek ağaçlı bir düzlüğe çıktım. Düzlük ağaçlarla çevrili. Düzlüğün öte tarafına, ağaçlara, nehrin kıyısına doğru sürmeye devam ettim. Önümden at sürüleri koşturup geçiyor sık sık. Ne güzel atlar var. Koşarken toprakta çıkardıkları derin tok sesler ne güzel... Durdum. Neredeyim diye telefona baktım, anlayamadım. Sinekler rahatsız etmeye başladı. Nehir, kıvrıla kıvrıla önüme çıkıyor belli ki. “ya”, dedim kendi kendime, “Khustai Nuruu’ya aslında yaban atlarını (tahki/Przhevalsky) görmeye gidiyorum, yeterince at görmedim mi, dönsem mi”, arkama baktım, geçtiğim suları ve yönümü bulmak için harcayacağım çabayı düşündüm, gözüm kesmedi. Nehre yaklaştım tekrar, onun nerede olduğu gayet belirliydi. Arazi kurumuş bataklık, motoru hoplatıp duruyor. Bol sinek. Motordan indim bir ara keşif için, kıyıya yaklaşınca balçığa batıyorum, yok buradan da geçilmez. Güneş batmış, hava kararmaya yüz tutmuş. Çadırımı buraya mı kursam diye düşündüm, sinekleri düşününce iyi bir fikir gibi gelmedi. Işık yerine gölge hakim olmuştu. Bir kere daha başka bir yerden, bu sefer motorla kıyıya yaklaştım. Yüksek. Çamur. Karşı kıyıdaki ağaçlar günün son ışıklarını örtüyor. İşte tam bu anda ne düşündüğümü sormayın; hatırlamıyorum. Sadece nehre baktım, karanlığına, akışına, yüzeyinde ara ara görünüp kaybolan ışıltılara, şırıltısına, ötesine… Geçilmesi gerekiyordu; atımı nehre sürdüm. Ön teker gidebildiği kadar dibe gitti, arka teker yukarıda, motor takla atacak kadar dikildi, birlikte suya/çamura doğru süzülüyoruz. Sakince, “gittik”, dedim. Kendimi motorun sağına doğru bıraktım. Göğsüme kadar suyun içindeyim. Motoru tuttum. Bir şey yüzdü; sağ aynaymış, “gitsin, sorun değil” dedim. Motoru geri itebilir miyim diye yokladım. Ayaklarım bataklığa batıyor, kolay olmayacak. O an karşı kıyıya baktım. Aklımdan şu geçti: “madem ki bu nehri geçmeye çalışıyorum, madem ki başka yol bulamadım ve madem ki şu an nehrin içindeyim, neden yüzerek geçmiyorum” . Son saatlerin en parlak fikri gibi geldi. Sol elimle motoru iyice kavradım ve kendimi soğukkanlılıkla akıntıya, nehre bıraktım. Az önce kıyıdan duyduğum şırıltının içindeyim şimdi, ses artıyor ve her yerimi sarıyordu. Sağ elimle kulaç atmaya çalışıyor, sol elimle motoru taşımaya çalışıyordum. Nehir boz bulanık akıyor… Akıntı iyice kuvvetlendi, hızlandık, motoru görmüyorum, iki kıyının ortasına ulaştık, artık ayaklarım yere basamıyor, motor, üstündeki çantalar ve ben birlikte yüzmeye çalışıyoruz. Arada, motoru iki elimle yukarı çekmeye çalıştım bir iki kere. Bilemiyorum ne kadar, belki 50 metre belki daha fazla, böyle yüzerek/sürüklenerek, karşı kıyıya, en olmayacak yerden, vardık. Çalılar, dallar ve kıyıdan nehre doğru sarkan ağaçların oluşturduğu bir baraja takıldık, kaldık. Su derin, ayaklarımı hâlâ yere basamıyorum, kıyı yüksek, kaygan çamurdan, elim kayıyor. Motoru yukarı çekebilmem mümkün değil. Sırtımdan bastıran akıntı, suyun altındaki motoru alıp götürmek istiyor elimden, sağ elimle kendimi bir yere sabitlemeye çalışıyorum. Sadece sol elimle motoru tutmak iyice zorlaştı. Acaba bu barajın altından motorla yüzüp geçebilir miyim diye iki defa dalmayı denedim ama başımdaki kaskla mümkün olmadı. Nehrin suyunun tadını şimdi bile hatırlıyorum. Sonunda motoru bıraktım. Çalkantılar durdu. Her şey duruldu. Sessizlik içinde kıyıya tırmandım. Sanki Khustai/Khushuut dağları beni seyrediyordu.

    ...

    Moğolistan (Bölüm II) : Bilgelerin Huzurunda

    Sudan çıktığımdaki hissi tarif edebilir miyim bilmiyorum. Aslında bunu günler sonra düşündüm; müthiş somut, canlı, doğal, derin, sade bir his. Hiç, tam olarak şimdi ve burada olduğunuzu hissettiniz mi. Bunun üzerine saatlerce konuşabiliriz. Buraya geri döneceğiz.
    Neredeyse arkama bile bakmadım. Yola devam edebilmek için yeterli her şey ve fazlası (bir kat giysi, montum, botlarım, çalışmayan telefonum, cüzdanım, belimde -içinde sadece bir düdük bulunan- su geçirmez çantam) üzerimdeydi. Pasaportumu kiralama ofisine depozito olarak bırakmak harika bir fikirmiş.
    Kaskı çıkardım, yanıma alayım, karşılaşacağım insanlara hikayemin bir delili olur; elleri boş, sırılsıklam bir adamdan daha inandırıcı olabilir, diye düşündüm. Ola ki dönüp motoru arayabilmek için, onu gömdüğüm yeri hafızama kaydettim. Yorgun değildim. Müthiş bir sakinlikle geldiğim yöne, daha önce yol sorduğum Gerlerin bulunduğu yöne doğru, bu sefer nehrin öte yakasından, yürümeye başladım. Aslında neredeyse iç dürtüsel olarak hareket ediyordum. Dünyanın bir ucundaydım… Gözlerim çevreyi tarıyordu. Hava kararmadan sığınacak bir yer bulmam gerektiğini düşündüm sadece ve bu konuda da Moğol Göçebelerinin / Yörüklerinin misafirperverliğine güveniyordum.
    Çoook uzaktan bir jip geçti, Khustai Nuru yönüne doğru, el kol ettim, görmediler. Ne Khustai Nuru aşkıymış arkadaş! Birkaç kilometre ötede görünmeye başlayan Gerlere doğru yürümeye devam ettim. Yürüyüşümden başka ses duymuyorum. Yürüdükçe üstümden sular süzülüyordu. Ben diyeyim 3 km siz deyin 4 km yürüdüm. Derken, nehir yine karşıma çıktı. Gerlere yaklaşmıştım ve oraya varmak için nehri geçmem gerekiyordu. Canım sıkıldıysa da bu, sadece bir iki saniye sürdü ve yine bıraktım kendimi sulara. Bel seviyesini biraz geçen, kıyısı dik, uzun yeşil otlu bu yerden yüzerek, yürüyerek karşıya geçtim.
    Gere yaklaşırken 14 yaşlarında güleç bir kız, Namuuntsetseg, bana doğru yaklaştı, tek bir şey bile sormadan başını hafifçe yana eğerek, sol eli ile beni zarifçe çadırlarına buyur etti. Bir Moğol Yörük (Nomad/Göçebe) çadırına böylece adımımı attım. Sağ ayakla girilmesi gerektiğini biliyordum. Namuunsetseg’in annesi Sarantuya seğirtti. Hemen tsai ikram etti. Beypazarı kurusuna benzer yiyecekleri (Boortsog) ikram etti. Şekerli olan çok lezzetli geldi. Namuun, bir kaç kelime İngilizce biliyor. Halimi anladılar. Evin (Yurt’un) babası Chuluunkhuv geldi, oğlu Enkhtor geldi; 12 yaşlarında… Bir de bebek vardı yerde, Dolgoon, kilimin üzerinde, gözleri çapaklı. Botlarımı çıkarmış verdikleri terliği giymiştim ama hâlâ üzerimde ıslak giysiler vardı. Derken dede Dondog geldi, nene Orgoi geldi. Üç çadırlı yurtun tüm nüfusu bu kadar. Kendi aralarında konuştular zaman zaman. Başımdan geçenlere aşırı tepki göstermiyorlardı, olur burda böyle şeyler, der gibi soğukkanlılardı. Dede, belli ki mizacı gereği kıpır kıpır. Dede dediğime bakmayın, zıpkın gibi bir adam. Motoru soruyor, uzakta olduğunu anlatmaya çalışıyorum, arada sanki cık cık der gibi bir yüz ifadesi ile oturduğu taburede kıpırdanıp duruyor, sağına soluna bakıyor, diğerlerinin yüzüne bakıyor, bir çözüm bulmak üzerine düşünüyor ve bunun heyecanını yaşıyor gibi. Baba kayıtsız, çadırın dışında sigarasını tüttürüyor, arada içeri başını uzatıyor, pek konuşmuyor. Anne, tsai’yi gösterip “iç”, ekmeği gösterip “ye” diye ısrar ediyor. Namuun, dupduru güzelliği ile hep güleç, bildiği bir iki kelime ile anlamaya ve tercümanlık etmeye çalışıyor. Enkhtor, merak ve babasının kayıtsızlığı ile karışık beni izliyor, ben ona bakınca başını usulca başka yöne çeviriyor. Bebek kendi kendine oynuyor. Nene (o da yaşını hiç göstermiyor), anlayışlı bakışlarla karşı divanda oturuyor. Ben, bir yandan, üzerimden akan sularla çadırı ıslatıyorum diye kaygılanırken (yersizce) bir yandan da içten içe sevinmeye başlıyorum. Çünkü Moğolistan’a giderken istediğim az şeyden birisi de bir Moğol Yörük Çadırı’na, turistik olmayan bir şekilde, misafir olabilmekti; işte tanrı misafiriydim.
    Dedenin “ha” demesiyle bir kıpırdanma oldu. Gidiyorduk!?. Kalktık, iki kabinli, külüstür pikapa doluştuk. Nehrin kıyısına ilk defa yanaştığım yere geldik. Ben, pikapla nehri geçeceğimizi sanmanın rahatlığı içinde arkama yaslanmışken, durduk. İndik. Yerdeki izlere ve toprağın çiğnenmişliğine bakılırsa nehrin “geçit” verdiği yer burasıydı ama en başta da söylediğim gibi motorla geçilecek gibi değildi.
    “Motor nerede?” diye sordular yine.
    Elimle, ağaçların ardını işaret ettim ve elimi sallayarak “uzakta” dedim.
    “Ne, nehrin öte yakasında mı”, dediler.
    “Evet”, dedim ve motorun çoktan sulara gömüldüğünü anlatmaya çalıştım.
    Bu dialoglar bir iki kelime İngilizce, el kol hareketleri ve anlamadığım Moğolcayla idi. Kendi aralarında sevimli seslerle kısaca bir şeyler konuştular ve sonra “haydi, bizim oğlana göster motorun yerini”, dediler. Ben aklımdan “şimdi mi, hava kararıyor”, diye geçirirken delikanlı paçaları sıvamış ve nehre girmişti bile. Arkasından yürüdüm. Eh, kim çekinir artık sudan ama bileydim botlarımı çıkarmazdım, terlikle zor olacak. Nehrin akıntısının kuvveti, yürürken bile hissediliyor. Karşı kıyıya geçtik. “Haydi bakalım” dedim elimle, “daha yolumuz” var. Az ilerisi, bilek seviyesinde bataklık, onu da geçtik. Bir yandan çevremi, bir yandan delikanlıyı kesiyorum. Son derece atletik, iyi kondisyonlu ve sessiz. Atası “Ha!” deyince gıkını çıkarmadan yola koyuldu. Moğolların büyük bir kısmı Atalar Kültü’ne mensup. Gök (Mavi) Tengri (Gök) ve atalarına inanıyor, daha doğrusu hürmet ediyorlar. Git, git, git… Yaklaşık 4 km demiştim değil mi. Çocuk, yüzüne konmak isteyen sinekleri savuşturmadığı aralarda nazik bir şüpheyle bana bakıyor, “daha var” diyorum el ve yüz işaretlerimle, eline bir dal alıyor, kayıtsız bir görünüşle yürümeye devam ediyor. Kıyıya yanaştım, ki yeri tanıyabileyim, çünkü ağaç ağaca benziyor ilk bakışta. Nehrin, incecik bir girinti yaptığı yere geldik, “Hah!”, işaretim burasıydı. Onu da kayıp düşmeden geçtik, “İşte burası”, dedim elimle işaret ederek. “Burası mı!?” Emin olup olmadığımı anlamak ister gibi nazikçe baktı çocuk, teyid ettim, “Burası!” Çevreye baktı, o da zihninde işaretledi yeri, sonra bir kaç sopa dikti kıyıya. Aynı yolu yürüdük geri. Bataklığı, sonra yine nehri geçtik. Hava kararmıştı. Ama aydınlık bir gece olacak, bir kaç gün sonra dolunayı görecektim. Pikap, dede, baba bekliyor, diğerleri çadıra dönmüş. Uzun sürmüştü. Aralarında konuştular, dede döndü, gözleri büyüyerek baktı bana, yine kıpır kıpır… Dede şaşırmış mıydı, yoksa o tez canlılığının devamı bir bakış mıydı? Öyle bir yüz ifadesi var ki her zaman sevimli ve sevecen. Baba da bu sefer anlamaya çalışır gibi baktı ama bu uzun sürmedi. Ben ise artık ıslak giysilerden kurtulsam iyi olur diye düşünüyordum.
    Çadıra döndük. Çocuk, dede ve babanın söyledikleri sonucu anne, nene ve Namuun’un da katıldığı bir heyecan dalgası oldu, ben anlamadım. Anne yine tsai ikram etti, önüme etli pilav, ekmek koydu, “ye ye”, diye ısrar etti. Sık sık yüzüme baktı. Çok aç olduğum söylenemezdi. Önce telefonumu pirince koydum. Üzerimdeki giysilerin bir kısmını, dışarı, gerin üstüne astım. Aç olanlar bir şeyler yedi. Dilimizin döndüğü kadar da sohbet ediyorduk. Sonra baktım Namuun çıkardığım giysilerimi çadırın içindeki ipe astı. Demek yerlerin ıslanması sorun değildi. Halen nemli olan tişörtüm ve pantolonum yerine bir giysi istedim, verdikleri eşofmanlar üzerime oldu. Artık daha rahattım. Motoru kiraladığım yere durumu ne zaman anlatacağımı düşündüm, şimdi sırası değildi, sohbete döndüm. Dede ortadan kayboldu. Baba ve delikanlı kilime uzanıp televizyon izlemeye başladı. Evet, Gerlere televizyon girmiş, buranın çok az eşyasından (iki divan, iki sandık, yemeklerin bulunduğu ve yendiği alçak ve küçük bir masa, tabureler, mutfak olarak kullanılan raflar, küçük bir ocak, bir kaç süs eşyası ya da resim) biri olmuş. Elektrik ihtiyacı güneş enerjisi ile şarj edilen akülerden karşılanıyor, telefonlar da onlardan şarj ediliyor; priz yok. Işık loş. Yerlerde muşamba var. Çadırın iskeleti ile çuhası arası, kitap, vs sıkıştırmak için kullanılıyor. Tavandan aşağı, karasineklerin üzerine yapıştığı, rulo bantlar sarkıyor. Gerin ortasındaki iki dikmenin arasından geçilmiyor geleneğe göre. Telefonda, çat pat İngilizcesi olan biriyle konuştum, sanırım teyzeydi. Moğollarla konuşurken sakin olun. Dil sorunu yaşadıkları zaman kızgınca tepki verebiliyorlar; aslında kendilerine kızıyorlar gibiler. Namuun ve Enkthor yerde bir iskambil oyunu oynadılar, yanlarına oturdum izledim. Yola çıkarken yanıma aldığım — nazar boncuğu gibi- ufak hediyelikler de gitti tabii, hediye veremiyorum. Yörüklerin hediye sevdiğini okumuştum. Sabaha giysilerim kurur mu diye kaygılanacağım ama olmuyor, o dahi bir kaygıya dönüşmüyor; bir şeyler oldu. Yer yatağı serildi. Bana divanlardan birini verdiler, sağ olsunlar. Ne yalan söyleyeyim, mutluydum. Yattık, sabah ola hayrola!
    Sabah erkenden uyandım. Gerin kapısı yarı açık. Baba, oğul, bebek uyuyor daha. Dışarı çıktım. Derin derin nefes aldım, mis! Ortadaki çadırın önünde bir tezgahta annenin kuruttuğu sütlere, peynirlere baktım. Hayvanlara doğru yürüdüm. Çevreyi seyrettim, bu bambaşka yaşam alanına bakındım. Göz alabildiğine uzanan steplerin güzelliğinin tadını çıkardım. Ortadaki çadır mutfak, kiler olarak kullanılıyormuş. İçeride sütler kaynıyordu, hemen bir tas ikram ettiler. Ohh! Nene de dışarıda işliyordu. Diğer çadır da nene ile dedenin çadırıymış. Botlarım halen biraz nemli. Telefonum halen çalışmıyor. Fotoğraf çekemiyorum.
    Oturduk. Yine tsai ve kurularla kahvaltı ettim. Derken dede çıkageldi, “haydi davran” dedi, elinde bir tamir aleti. Hoppala, nereye? Bu sefer dede, baba ve ben pikapa bindik ve nehrin, dün akşam geldiğimiz kıyısına geldik. İndik. Dede ve baba pantolonlarını çıkardılar, bellerine kadar suya girdiler. Sabahın bu saatinde mi, su soğuk olmaz mı, diye düşünmeye kalmadan ben de artlarından nehri geçtim. Neredeyse son 12 saatte bu nehre beşinci girişim. Onlar motoru / eşyalarımı aramaya bu kadar hevesliyken benim nazlanmam, en azından kabalık olurdu.
    Yürüdük yürüdük. Halen terlikleyim. Plastik terlik ayak üstlerimi sıyırmaya başladı. Baba ve dedenin ayağında güzel Moğol çizmeleri var. İnanamayacakları kadar yürüdük. Motor umdukları yerde değildi. Bir yerden sonra dede başka yöne doğru yürümeye başladı, baba benimle geldi. Yeri gösterdim. Çevreye bakındı. Ben, madem buraya kadar geldik, dedim ve üstümü çıkarıp, zayıf bir ümit, dün sudan çıktığım yere daldım. Bir kaç defa denedim fakat dallar, bitkiler ve suyun berrak olmayışı sebebi ile derine gidemedim, bir şey göremedim ve bir şeye dokunamadım. Baba hayretle bana bakıyordu. Çıktım, “Yok” dedim Sonra dede ile buluştuk, nehrin iyice büküldüğü, nehir yatağının iyice yayılıp suyun yavaşladığı ve hatta durup bataklığa dönüştüğü bir kaç yere daha baktık. Aslında onlar arıyor ben sadece onları takip ediyordum. Çevreyi giderek daha iyi tanımaya başlıyordum. Yakın zamanda ise motor ve üstündeki eşyaların ortaya çıkacağını ummuyordum. Bir süre daha suyun altında kalacaklar ama bir gün çıkacaklardı. Hava ısınıyordu. Artık mont fazlaydı. Böyle böyle bakınarak geri döndük. Nehri bir kere daha geçip pikapla Ger’e döndük. Anne gene önümüze yiyecek ve tsai koydu ve ısrar etti. Aralarında bu sefer biraz daha heyecanla konuştular. Anne hayretle yüzüme bakar olmuştu ama bir yandan olağan davranmaya çalışıyordu. Ben ise bu hayretlerden bir şey anlamıyordum. Çünkü beni ilk gördüklerinde ve halimi anladıklarında bile bu kadar şaşırmamışlardı.
    Artık Cheketours’u aramanın zamanı geldiğini düşündüm. Annenin telefonundan aradık.
    “Evet?”
    “Merhaba Cheke!”
    “Merhaba?”
    “Ben Ali… İstanbul’dan.”
    “A, evet.”
    “Motoru…ee, nehirde kaybettim.”
    “Ne!? Motoru kayıp mı ettin? Nehir de mi? Nasıl? Nerde? Ama motor orada, motoru görebiliyorsun değil mi?”
    “Hayır, motor gitti… Merak etme, sana parasını ödeyeceğim.”
    “Gitti mi, nasıl? Tamam ödersin de… Peki ya eşyaların?”
    “Onlar da motorun üzerindeydi.”
    Olanları çok da detaya girmeden anlattım. Altunbulag yakınlarında yörüklerle beraber olduğumu, onlarla birlikte aradığımızı ve bulamadığımızı da söyledim. Kadıncağız şaşkındı; ne olduğunu anlamaya çalıştığı, kızamadığı, nasıl tepki vereceğini bilemediği, yapılacak bir şeyler varsa, onu yapabilmeye çalıştığı ses tonundan belliydi.
    “Bana yörükleri verir misin”, dedi.
    Telefonu anneye verdim. Bu mesele de hallolmuştu benim açımdan.
    Bir süre konuştular, sonra anne telefonu yine bana verdi. Cheke:
    “Bak, yörükler diyor ki Tanrı’ya mı her neye inanıyorsa ona şükretsin, motoru, eşyaları boş versin hayatta olduğuna dua etsin. Motoru kaybettiğin yeri görmüşler ve sadece bu mevsim orada 3 kişinin boğularak öldüğünü söylüyorlar”, dedi.
    Şimdi, yörüklerin hayretli bakışların sebebini anlamıştım. Nehri oradan geçerken acaba ne düşündüğümü ve nasıl yüzebildiğimi de sormuşlar. Moğolların suyla pek araları yok. Sanki o hayretli bakışlara azıcık da hayranlık mı karışmıştı ne
    “Çok şükür! Ben de öyle düşünüyorum” dedim, Cheke’ye.
    Biliyor musunuz, bu olaya hiç üzülmedim. Olan olmuştu, giden gitmişti, giden maldı, can ise sağdı, salimdi. Bu olay sonucu bir gece gerde kalmış, yörüklerle de tanışmıştım. Motorun parasını da ödeyebilecek durumdaydım. Öyleyse sorun yoktu; yola devam edebilirdim!
    “Şimdi, lütfen yörüklerle motoru aramaya gider misin” dedi, Cheke.
    “Zaten aradık, bulamadık, motor derinlerde bir yerlerde olmalı”, dedim.
    “Lütfen anneyi takip et, seni kışlaklarına götürecek, oralara da bakmak istiyor, onlar nehri senden iyi tanır, lütfen takip et”, dedi.
    “Olur”, dedim.
    Benin için her şey olurdu. Önemli olan aramak değildi; Moğolistan’da yörüklerle beraberdim ve birlikte bir şeylerin içindeydik. Onlar bakınmak istiyorlarsa benden yana da sorun yoktu, onlar nereye ben oraya… Hem işim neydi, yetişeceğim bir yer de yoktu.
    Anne, dede ve babaya bir şeyler anlattı, aramadan tatmin olmamış gibiydi. “Haydi atla!” dedi! Bu da külüstür olan, binek arabaya atladık. Bu defa botlarımı aldım. Ehhey! Annenin araba sürüşünü görmeliydiniz; dörtnala… Yola yine bir başka su geçişi ile başladık, hoop tümsekten aştık, drank! yolumuzu kesen sığ kanala girdik çıktık ve bam! ön tamponun altını yere vurduk. Anne bir an duruldu gibi ama yok, sonra yine bastı gaza, döne döne gidiyoruz. Altındakine bir araba gibi davranmıyordu. Doğrusu ben de onun bir araba olduğunu unutmuştum, araziye odaklanmış, nereye doğru gittiğimizi anlamaya çalışıyordum. Tanıdık bir yerden geçtik, bir gün önce geçtiğim üçüncü köprünün olduğu yer, vay canına, buralarda mıydık? Sonra yine tanıdık bir yer; hani ağaçlık bir bölgeden sonra sudan geçip atların koşturduğu bir düzlüğe çıkmıştım ya, oralar… Demek hendekten geçmeden de geliniyormuş buraya. Lambur lumbur, takur tukur, bam güm derken zınk diye durduk. Arabadan indik. Anne önde ben arkada nehrin kıyısına yaklaştık, bir yer arıyordu. En son “Burası olur” dedi. Paçalarını sıvadı, terliklerini çıkarmadan suya girdi, bir iki adımda su beline kadar geldi. Takip ettim, botlarım elimde. Nehrin karşı kıyısına geçtik. Bir süre akış yönünde yürüdük sonra motoru yitirdiğim yere geldik. “Burası” dedim. Şöyle bir yüzüme baktı. Suyu gösterdi, nehrin karşı kıyısını gösterip, “buradan mı geçmeye kalkıştın” diye sordu. Karşıya baktım; dün akşam motorla durduğum taraf. Ne kadar da farklı ve aydınlık görünüyordu. Gölgeler silikleşmiş. Gün ışığında nehrin ne genişlikte, ne kadar hızlı, nerelerde kıvrılarak, nasıl aktığını, yatağını net olarak görüyordum. Kendimi konumlandırabilmeye başlamıştım.
    Anne yürüdü. İri yapılıydı, herkesten hızlıydı ve güçlü görünüyordu. Yalınayak yetişmesi kolay değildi. Bazı yerlerde toprak çok kuru ve ayağıma batan bitkiler var. Botumu giyiyor, bataklıklara gelince çıkarıyor ve bu yüzden de geride kalıyordum. Çorabım olmadığı için botu giymek de istemiyordum aslında. Hava daha da ısınmaya başlamıştı. Sadece yürüyordum. Öyle ki dünden beri bu sulak arazide bata çıka yürümek, asıl olan tek şey olmuştu sanki. Bir ara, sabah dede ve baba ile arandığımız yerlerde olduğumuzu fark ettim ve anneye bunu anlatmaya çalıştım. Olduğu kadar. Bazı büklüm yerlerine gittim baktım, bir şey yok. Dede bizden ayrıldığında buralara bakmış olsa gerek. Yaklaşık 1 saat dolandıktan sonra geri döndük. Nehrin karşı kıyısına Namuun ve Enkthor gelmiş, gülümseyip el sallıyorlar. Nehri geçtik. Aralarında konuştular. Artık motordan ümit kesilmişti.
    Arabaya bindik. Direksiyona Enkthor oturdu. Kontağa bastı; tık. Bir daha bastı; tık. Anne geçti direksiyona; tık. Eveeet, bu defa araba çalışmıyor. Macera devam ediyordu. Kaputu açtık. Kutup başlarını kontrol ettik, yok, olmadı. Telefonla biri ile konuştular; dede ya da baba olmalı. Oraya baktık buraya baktık, yok. Ben de kontağı denedim, yok. Vurduralım dedik. Arabayı iterek çevirdik. İterken, arabayı ağaç ve çalılar arasındaki tekerlek izinde tutmalıydık. Vurdurduk, yok. Geri ittik, yok. Az daha arabayı çalıların üzerine çıkarıyorduk geri iterken; heyecanlarını görmeliydiniz ailenin. Bir kere daha telefon edildi. Ben, “denemeye devam edelim” dediysem de beklemeye başladık. Sıcak da artmıştı. Çalıların gölgesine uzandım. Botların iç tabanını çıkarıp kurusunlar diye güneşe bıraktım. Namuun bir şey uzattı; oturduğu yerde minicik taze sarımsak koparmış, yedik. Çat pat sohbet etmeye çalıştık yine. Anne ile Enkthor arabanın içinde.
    Derken pikapla dede çıkageldi. Kıpır kıpır ve sevimli. Buji anahtarı ile bujiler de söküldü takıldı, yok. Sonra arabayı halatla pikapa bağladık. Pikapta ben, dede, Namuun, arabada Enkthor ve anne böylece Gerlere döndük.
    Yine tsai içtik ve bir şeyler yedik. Cheke’yi aradık.
    “Sorar mısın yörüklere, beni Harhorin (Karakurum)’e bırakabilirler mi, ücreti karşılığında” dedim Cheke’ye.
    Aklımdan yoluma devam etmek geçiyordu. Kadıncağız ne diyeceğini bilemedi.
    “Harhorin mi? Orası çok uzak yörüklere” dedi.
    Günler sonra, Ulan Batur’a gitmeden önce attığım epostaya Cheke’nin neden cevap vermediğini de öğrendim. Ben; ondan bir motor kiralayıp, Enerji Merkezi’ne (Gobi Çölü’ne) gidip ki tek yön 450 km civarında bir yoldur, ertesi gün dönmeyi düşündüğümü söylemiştim, o da bunu Moğolistan şartlarında değerlendirip, bu adam deli mi, dalga mı geçiyor diye düşünmüş, ciddiye almamış ve cevap vermemiş . Daha önce denklemin değiştiğini söylemiştim ama ben bunu henüz idrak edememekteydim. Moğolistan yol ve ulaşım koşulları bambaşka. Çoğu zaman bir yerden bir yere bizim alışık olduğumuz anlamda bir yol yok. Bu nedenle Moğolistan’a, yolu gidenlerin değil, yolu edenlerin ülkesi diyorum.
    “Pekiii, Ulan Batur’a bırakabilirler mi?”
    “Evet, evet, seni buraya getirecekler, ama senden sadece yakıt parası istiyorlar”
    Sadece yakıt parası mı, gönül genişliğine bakın hele… Hediyelerim sular altında kalmıştı ama ben yine de yörüklere bir gönül almalık düşünüyordum zaten, onlar ise sadece, zorunlu olan, yakıt parasını dile getirmişlerdi.
    “Elbette”, dedim.
    Aile ile iletişim bilgilerimizi değiş tokuş ettik, çantamdaki düdüğü Namuun’a verdim, aileye düşündüğüm gönül almalığı ettim (o bende kalsın), birlikte bir de fotoğraf çekildik:

    Kimin kim olduğu belli sanırım, saymıyorum, bebek çaydanlığın arkasında
    “Yine gel!” dediler.
    “Gelirim, siz de gelin” dedim.
    Kalanlarla sarıldık, vedalaştık. Dede, nene, Enkthor ve ben pikapa bindik. Botlarımı çıkardım. Nene saçlarını yıkamış ve taramıştı. Dede şık görünüyordu. Ne de olsa şehre iniyorduk. Yola çıktık. Biraz gitmiştik ki dedenin telefonu çaldı, geri döndük, Namuun cüzdanımı uzattı bana, içindeki paralarla güneşe bırakmıştım kurusun diye. Gülüştük.
    “Yine gel!”
    “Gelirim.”
    Bu sefer tamamdı galiba, yola koyulduk. Tangır tungur, langır lungur (yolun yarısı böyle), bir gün önce geldiğim yolları geri dönmeye başladık.
    Moğolistan’da olduğumuza göre macera bitmemeliydi değil mi Ulan Batur’a yaklaşırken dede yokuş aşağı vitesi boşa alıyordu ve pikap iyice yavaşlayana kadar gaza basmıyordu. Bunu bir kaç defa yapınca, neden yapıyor, yakıt ekonomisi için mi diye düşünüyordum ki fosssşşşş diye duman ve su fışkırdı motorun olduğu yerden içeriye. Hehhey! Dedenin sevimli telaşını görmeliydiniz Hepimizde bir heyecan, merak, aman ne oluyor diye bakıyoruz, motor su kaynatmış, sağa sola bakınır, salınmış giderken, birden solda Cheketours’un tabelasını gördüm. Şanslıyız, gelmişiz, hemen işaret ettim, “Buradan! Buradan!” ve dede saptı oraya, ikinci sokak zaten varış yerimiz, “ohh”, güldüm. Bahçe kapısının önünde durduk.
    Önce ben indim ve herkesi içeri buyur ettim, kendiliğinden bir ev sahibi hali gelmiş üzerime, ilginç. Nene ve Enkhtor içeri girdi, dede pikapla ilgilenmek istedi, yanında durdum, bir bidon su çıkarmış bir yerden. O sırada Cheke göründü kapıda, gülümsedim, o da gülümsedi, Cheke zaten çoğu zaman gülümsüyor, kızmaya çalışırken bile. Dedeyle birşeyler konuştular ve onu da içeri buyur etti.
    Aile bir şeyler içti, yorgunluğunu attı sonra onları yolcu ettik. Biz de Cheke ile hesaplaşmaya başladık.
    “Evet, sana ne kadar ödemeliyim, bir indirim yaparsan sevinirim”
    “Motoru kiralarken imzaladığın sözleşmeyi okudun değil mi?”
    “Hayır, okumadım”
    “Ama neden, bak gayet basit bir sözleşme”. Hakikaten de öyleydi. Gerekli, net ve açık maddeler, kısacık ve sonunda dostça tavsiyeler.
    “Cheke, ben işim gereği sözleşmeleri bilirim, okusam müzakere etme imkânım var mıydı? Tek istediğim motoru kiralamak ve bir an önce yola koyulmaktı, bu tip belgeleri de olağan olarak her yerde imzalatırlar, sorun değil, bana bir rakam söyle.”
    “Bak, sözleşmede yazıyor, motor çalınır ya da motorun başına bir şey gelirse, 700 EURO ödenir diye ama bu motor 2015 model bu nedenle senden bu rakamı istemeyeceğim, 500 EURO yeter.”
    “Tamam” dedim.
    “Tamam?”
    “Tamam, kart kabul ediyor musun?”
    “Maalesef”.
    Doğru, motorun kira bedelini de nakit ödemiştim. Bir kaç seçenek düşündükten sonra Cheke’nin bankasına gitmeye, parayı benim kredi kartımdan çekip Cheke’ye nakit ödemeye karar verdik. En yakındaki havaalanı şubesine gittik. Cheke parayı alana kadar rahat etmedi. Sonradan, bunun sebebinin yaklaşık 5 yıl önce, bir müşterisi tarafından, bankadan bir para transferi konusunda dolandırılmış olması olduğunu anlattı.
    Bankada sıramızı beklerken ben sohbet etmeye çalışıyordum. İnsanlara inancını sormam, ama Şamanların diyarındaydık ve benim de Moğolistan’a gelirken aklımdan geçen ender şeylerden biri de mümkün olursa gerçek bir şamanla karşılaşmaktı. Konuyu buraya getirdim.
    “Evet” dedi Cheke “benim bir şamanım var”.
    “Onunla görüşebilir miyim?”
    “Bu işler öyle olmuyor. Bir kere, benim şamanım turistik bir şaman değil, herkesle görüşmez, yabancılara karşı da mesafelidir, daha önce yabancılarla bazı sorunlu görüşmeleri oldu”
    “Bir sorar mısın lütfen”
    “Hem zaten görüşecek olsan bile birkaç gün önceden randevu alman gerekir, kim bilir ne zaman uygun”
    “Sor lütfen”
    “Aa, tamam, sorarım” dedi sıkılgan bir tavırla.
    “Lütfen”
    “Tamam, uygun bir zamanda sorar sana haber veririm ama şimdi değil”
    “Tamam, anlaştık”
    Bankada işlerimizi bitirdik. Cheke artık rahatlamıştı.
    “Ne yapacaksın şimdi”, diye sordu
    “Bu geceyi Ulan Batur’da geçireyim, yarın belki ihtiyacım olan eşyaları satın alırım”
    “Nerede kalacaksın?”
    “Bir hostel tavsiyen var mı?”
    “Evet, bildiğim mütevazi, uygun fiyatlı ve iyi bir yer var. Arkadaşım Gana’nın yeri, Gana’s Guest House, merkeze yakındır, sana özel bir fiyat vermesini söylerim”.
    “Olur”, dedim, “sizin taksi ile bırakabilir misiniz” beni. Bu arada, bu taksi seyahatlerine indirimli de olsa hep bir ücret ödüyorum; bu onların geçim kapısı.
    “Şimdi taksiyi Jaga’ya geri götürmem lazım, istersen buradan otobüsle de gidebilirsin, istersen benimle gel, alışveriş yapıp bizim yere dönelim, bir şeyler yersin, aç mısın, müsaitse oradan Jaga ile devam edebilirsiniz”
    “Olur.”
    Alışveriş yaptık, hatta marketin yakınında bir cep telefon tamircisine telefonumu gösterdik; çalıştıramadı.
    Cheke’nin yerine döndük. Jaga yoktu. Cheke’nin arkadaşı olan İsviçreli bir çiftle tanıştım. 8 yıldır bisikletleri ile dünyayı dolaşıyorlarmış. Bu zaman zarfında iki de kızları olmuş. Büyük olan pedal çevirmeye başlamış bile, küçük ise halen emiyor. Vay canına!
    “Demek seyahatiniz 8 yıldır sürüyor” dedim.
    “Aslında, buna seyahat demek doğru değil, artık yaşam biçimimiz oldu, bizimki göçebelik.”
    “Evet, haklısınız” dedim.
    Cheke’nin pişirdiği yemeği -Xavier ve Celine’in ikram ettiği salata ile- yerken sohbet ediyorduk. Kitapları basılmış:

    web siteleri: https://ylia.ch/
    İlhamla yola çıkarsınız ve yolda olmak başlı başına ilham vericidir. Yolda ilham verici yerler, olaylar ve kişilerle karşılaşırsınız. İlk bakışta aynı yöne gitmeseniz de yolda olmak sebebi ile tüm bu insanlarla yoldaşsınızdır. Moğolistan, ilham bakımından bilhassa zengin.
    Jaga dönmüş, gitme zamanı gelmişti.
    “Şamanını arayı unutma!” dedim Cheke’ye, kapıya doğru yürürken.
    “Tamaam, şimdi sen git hosteline, ona ulaşınca haber veririm”
    “Tamam”

    Jaga ve taksisi
    Ulan Batur’da daha önce kaldığım (çantamı almak için havaalanına döndüğüm) gece, tuhaf bir otele, son dakika rezervasyonu ile 30.USD vermiştim. Otele vardığımda açtım, resepsiyon bankosunun altından hop diye çıkardıkları paket noodle ve içme suyunu (“muslukları tavsiye etmeyiz” demişlerdi) bile iyi fiyata satmışlardı. “Noodle için sıcak suya ihtiyacım olacak ona da para alacak mısınız?” diye sormuştum, almadılar
    Şehrin merkezindeki Gana’nın Konuk Evi’ne geldik. Akşamüstüydü. Girişteki ortak alanda bir kaç konuk oturuyordu. Resepsiyona yanaştım, konuşurken, Gana geldi. Güngörmüş bir adam belli ki. Kendimi tanıttım. Gülümseyerek:
    “Aa evet, Cheke aradı, sen Ali’sin, nehri geçmeye çalışan”
    Gülümsedim, “Evet”
    “Senin için fiyatımız şu olacak.” Yanılmıyorsam yaklaşık %20 civarında bir indirim yaptı.
    “Teşekkürler.”
    Üst kata, terasa çıktım. Burada, alt kattaki gibi odalar değil, Ger’ler var.

    Gana’s Guest House
    Kaldığım Ger’de 4 kişi konaklayabiliyor. Yukarı çıktım ama bırakacak bir sırt çantam bile yok. Sadece yatağımı seçtim, belimdeki küçük çantayı oraya bıraktım. Ger’deki Fransız arkadaşla tanıştım, ayak üstü konuştuk; antropologmuş, yaklaşık 30 yıldır Moğolistan’a gelip farklı konularda araştırmalar yapıyormuş. Tekrar aşağı indim. Belki çıkıp bir telefon bakardım.
    Gana, “Bir kahve içer misin” dedi.
    “Olur, sağol” dedim.
    Ortak alandaki masaya oturdum. Masadaki yolcular ile selamlaştım.
    “Sen, şu adamsın demek”
    Ben varmadan hikayem varmış buralara
    Gülümseyerek, “evet, benim” dedim.
    “Ama… hiç üzgün görünmüyorsun” dediler.
    “Neden üzgün olayım ki, bakın buradayım, sağlığım yerinde ve yoluma devam edebiliyorum, kahredip, bundan sonrasını mahvetmenin anlamı var mı”
    Başlarını salladılar.
    Koridora geçtim, Gana’ya çevredeki dükkanları sormak için.
    “Burada, bir yolcunun bıraktığı çadır var, istersen yolculuğun boyunca kullanabilirsin” dedi Gana.
    “Aa, çok teşekkür ederim”. Kastettiği yolculuk ise sadece Moğolistanmış.
    Koridorda, motoru ile yolda olan bir arkadaş ile karşılaştık.
    O da “Aa sen o adamsın”, diye selamladı beni.
    Gülümseyerek ve kıvançla, “evet” dedim.
    “Konuşalım biraz, dur şu elimdekileri odaya bırakayım da” dedi.
    Burası motorla, bisikletle, otostopla, başka araçlarla, hatta atla yolculuk yapan, dünyanın birçok yerinden (o an için Rusya, Almanya, Romanya, Fransa, Çin, İngiltere) yolcuların buluştuğu, bir kaç dakikalık ya da ayaküstü sohbetlerde bile birbirlerinden çok şey öğrendiği, birbirlerinin yolda olma heves ve sevincini besleyen bir yerdi. Hosteller, konuk evleri…zamanın hanları…
    Evet atla, yanlış okumadınız, bir Fransız Moğolistan’da at satın almış, onla Moğolistan’ı dolaşmak için.
    “ee ne oldu” diye sorduk.
    “buranın atları bizim atlara benzemiyor, bir türlü hâkim olamadım ben de kırsalda salıverdim” dedi.
    O gün 2 muz, bir don, bir sweat shirt, bir çift çorap ve 1 şise su, ha bir de telefonu yeniden içine koymak için pirinç dışında bir şey satın almadım. Pek tabii böyle de seyahatime devam edebilirim diye düşünmeye başlıyordum. Yemek yiyip konuk evine döndüm.
    Cheke Gana’yı aradı. Telefonu aldım.
    “Altuntuya seni görmeyi kabul etti”
    Sevindim. Altuntuya, Güneşin Altın Işığı demekmiş.
    “Şansına, yarın Jaga, eşi, oğlu ve Aina sabahtan onu görmeye gidecekler, istersen sen de onlara katılabilirsin.”
    “Harika!”
    “Öyleyse, sabahtan kaldığın yerin yakınından seni alırlar, oraya yakın oturuyorlar”
    “Tamam, teşekkür ederim.”
    Bir buluşma yeri kararlaştırdık. O gece yine huzurla uyudum.
    Sabah, konuk evinde bedava kahvaltı verilmekte olduğunu öğrendim, bu da harikaydı. Hem de sıkı bir kahvaltı. Telefonumda hareket yok. Pirinci Gana’ya bıraktım. Hesabı kapattım. Elimde 1 don, 1 çift çorap, yıkadığım ama hala kurumamış üstümün bulunduğu poşet ve su şisesi ile buluşma yerine gittim.
    A, anlatmayı unuttum. Akşam konuk evine dönerken su almak için uğradığım büfede montumu tezgahın üstünde unutmuştum, fark edip döndüğümde ise büfe kapanmıştı. Sabah erkenden gittim kapalıydı, buluşma yerine gitmeden önce uğradığımda açılmıştı ve montumu aynen teslim aldım.
    Jaga geldi, arabaya bindim. Aina bana güldü; “haha, sözleşmeyi okumak için çok geç.” Onlar geldiğinde, cebimde kalmış olan kiralama sözleşmesinin nüshasını, elimde evirip çeviriyordum da… Neşe ile Ulan Batur’un arka mahallelerinden birinde bulunan şamanın evine doğru devam ettik.
    Evlerin azaldığı, tepelerin boşaldığı bir mahalleye geldik. Jaga, Moğolistan’da çok yaygın olan yüksek tahta çitlerin hemen dışına park etti arabayı. İndik. Sessiz. Hafif bir esinti var. Güneşli bir gün. Bahçe kapısından girdik. Karşıda küçük bir ev/oda. Biz sağa, yamacın üst tarafındaki Ger’e doğru yürümeye başladık. Heyecanlıydım. Bahçeyi otlar bürümüş. Bunlardan bir türü göstererek, “Bu otlara dokunma” dedi Jaga, zehirlidir.
    Çadırın kapısından giren güneş ışığı ile biz de içeri girdik. Ayakkabılarımızı dışarıda çıkarmıştık. İçerisi sıcak. Baktım, iki dikmenin ortasındaki küçük odun sobası yanıyor. Aslında hava sobaya ihtiyaç duyurmayacak kadar iyi. Bilemiyorum. Hepimiz birer ahşap tabureye iliştik. Ben, kapının hemen solundaki tabureye… Kapı açık. Altuntuya’ya baktım. Açık renk bir pantolon ve kareli bir gömlek giymiş. Uzun, koyu renkli çizmeleri var ayağında. Benimle göz göze gelmedi. Yanımdakilerle sakin bir tonda konuşuyor. Gündelik konulardan söz ediyorlar gibi ama bir yandan da buraya geliş sebeplerine değiniliyor sanki. Bunlar birbirinden ayrı mı ki? Şaman’a hayatlarının sıkıntılı, düzeltme, danışma ihtiyacı olduğu zamanlarda gidiyor insanlar. Şaman, içlerinden biri, olağan yaşantılarında da görüşüp konuştukları, birlikte yiyip içtikleri birisi. Mesela Altuntuya onlar için bir bacı. Ama şaman daha çok, akıl danışılan, bilge biri. Şamanın temelde yaptığı, bu alemde yaşayan ile onun danışmak istediği öte alemdeki atasının ruhu arasında bağlantı kurmak, medyumluk etmek. Bunu yaparken şaman, kendinden çıkıyor, temas kurulan atanın kişiliğine bürünüyor, sesi dahil. Bu arada Tuya hazırlıklarını yapıyor. Kahverengi şaman kaftanını giyiyor. Ucunda büyük, yuvarlak, pürüzsüz, parlak bir metal olan kolyesini takıyor. Önümde solda duran masanın üzerindeki yiyecekleri farklı kâselere ufalıyor. Orada votka da var. Votkanın başkaca kutsal sayılan yerlerde de serpildiğini gördüm. Tütsü yakıyor. Kapının tam karşısındaki sunakta bulunan tokmağını alıyor. Tokmaktan renkli bezler salınıyor. Çıngıraklar da var ama tokmakta mı kaftanında mı hatırlayamıyorum. Sunakta uzun tüyler var; kartal tüyleri olmalı. Tüylü ve perçemli başlığı da orada. Hareketleri usulca… Ger’in ortasındaki dikmelerden kapıya göre sağdakinde şamanın davulu asılı duruyor. Üzerinde desenler… Dikkatle ama rahatsız etmemeye çalışarak Tuya’yı izliyorum. Diğerleri ile konuşurken bir kaç defa kısa bakışlar atıyor bana. Başı hafifçe öne eğik, kaşları biraz çatık, yüzünde karmaşık bir ifade var. Beni tanımıyor. Günler sonra, benimle tanışmadan önce, nehirde başımdan geçenlerden ötürü, benim kötü bir adam olabileceğimi düşündüğünü öğrendim… İçerisi neden bu kadar sıcak? Diğerleri son derece soğukkanlı, çekingen bir halleri yok. Çadırın tertemiz oluşu dikkatimi çekiyor. Sunağın sağında bir divan var. Divanın üst tarafında, siyah beyaz, bir kadınla erkek fotoğrafı. Şaman’ın özel eşyaları dışında geleneksel bir Moğol Ger’inden çok farklı değil burası, Altuntuya’nın evi aynı zamanda. Geceleri burada uyuyor, Ger’in tepesindeki boşluktan göğe bakıyor, bahçeye çıkıp yıldızları izliyor, etrafı dinliyor olmalı. Kim bilir, daha neler oluyor.
    Tuya, önce Aina ile olan ayinine başlıyor. Bir saniye kaçırmadan izlemeye çalışıyorum. Aina giriş kapısının hemen içerisinde sobanın önünde ayakta duruyor. Kapıdan giren güneş ışığı çok güzel. Arada Ger’e ve diğerlerine kısa bakışlar atıyorum. Burada olabilmek ne büyük lütuf.
    Şaman ile buluşmaya giderken bana “Ona ne sormak istiyorsun” demişlerdi. “Soracak bir şeyim yok” demiştim. “ama şamana, soru sormaya, cevap bulmaya gidilir” dediler. “bir sorum ve aradığım bir yanıt yok ama illa da bir soru sormak gerekli ise bulurum, merak etmeyin” demiştim.
    Sıra bana geldi. Soldaki alçak masanın önündeki tabureye oturdum. Tuya masanın diğer tarafındaki taburede. Jaga da sağdaki bir tabureye ilişti, tercümanlık etmek için. Tuya gözlerini kırpıştırdı bir kaç defa. Adımı sordu, söyledim, Jaga adımı bir deftere yazdı, latin ve Kiril harfleri ile ve Tuya’ya gösterdi. Elindeki uzun tespihi çoğu zaman yere ya da boşluğa bakarak ve bazen kaşlarını, sanki bir şeyi görmeye çalışır gibi bir gerginlikle çatarak ve kaldırarak, alnını kırıştırarak çekti. Belden yukarısından yavaşça salınıyordu. Tuya’nın göğsü ile benim göğsüm arasında oluşan sıcak, kalın, sağlam, açık renkli bir alan hissettim. Gönül bağı? Derin nefes alıp vermeye başladım, kendimi daha da serbest bırakmaya ve etkiye açmaya çalıştım. Avuçlarımda dönüp duran enerji akımını hissedebiliyordum. Bir süre geçti. Tuya yavaşça başını kaldırdı ve bana baktı.
    “sende her şey beyaz” dedi. “net, bir karmaşa görmüyorum”. Bunu duymak güzeldi. “sadece, zaman zaman canını sıkan bir kadın var ve bundan sonra da sıkmaya devam edecek ama aldırma, çünkü gerçekten önemli değil” diye ekledi. Bunu söylemesini beklemiyordum; unutmuştum ama beni taaa Moğolistan’a kadar atan son zamanlardaki can sıkıntısının, huzursuzluğun kaynağından söz ediyordu. Renk vermemeye çalışarak gülümsedim. Bir şeyler daha söyledi, Jaga hepsini not alıyordu.
    “sormak istediğin bir soru var mı”dedi Altuntuya.
    “şey, ben aslında buraya sadece sizinle tanışmaya ve sizin ne kadar eski bir gelenekten geldiğinizin ve bu geleneğin doğaya ne kadar yakın olduğunun farkında olduğumu ve buna saygı duyduğumu söylemeye geldim… burada olduğum için çok mutluyum ve bu bana yeter… İlle de bir soru sormam gerekirse… yola devam edeyim mi” (bu soru tüyosunu Cheke’den almıştım).
    “et, yolun açık, nereye gitmek istiyorsan oraya gideceksin”
    “peki, bir kararsızlığıma dair de fikrini almak istiyorum” dedim ve gündelik hayata dair bir soru sordum. Konuştukça rahatlıyor ve kendimi ona daha yakın hissediyordum.
    “bu konuda hangi yönde karar verirsen ver onu başarabilecek kabiliyettesin ve her halükarda seçimin senin için iyi olacak, endişe etme, sen istediklerini başarabilecek birisin” diye cesaretlendirici şeyler söyledi. Öte taraftan, bu sözler, yolunu kendin çizersin, anlamına geliyordu. Devamında, bu seçeneklerden birini tarif etti ki bir süredir aklımdan geçirdiğim somut ihtimallerden söz ediyordu doğrusu. Bakalım zaman ne gösterecek.
    Batıl alana kaydığımı düşünebilirsiniz. Bunda sakınca yok. Şu kadarını söyleyeyim, beş duyu ile algılayabildiğimizin ötesindeki boyut(lar)ı kabul etmenin verdiği, geniş olasılıklar hissini ve fikrini seviyorum.
    Tuya; “ben de sana söylemek istiyorum ki ender olan bir şekilde, ben de senden son derece olumlu enerji alıyorum” dedi. Yüzü yumuşamıştı. Bunu duymak mutluluğumu katlamıştı. Avuçlarımı göğsümün hizasında birleştirip gülümseyerek ve eğilerek selamlayıp teşekkür ettim. “İhtiyacın yok ama yine de müsaade edersen sana biraz daha olumlu enerji vermek istiyorum.”
    “Tabii, seve seve” dedim.
    Ayağa kalktı, elini alnıma koydu. Avucu sımsıcak. Akışı duyumsuyor ve düzgün nefes alış verişler ile akışa yol açmaya çalışıyordum. Ayağa kalktı tokmağını ve davulunu aldı ve bunları üzerimden geçirerek ve bir kaç defa vurarak benimle olan muhabbetini tamamladı. Her iki elimle ellerini sıkıca tutarak sıktım, o elleri bırakmak istemiyordum. Selamlaştık, tabureme döndüm.
    Hepimiz farklı ibadet, düşünüş, hissediş, yakarış, yaşayış ve sair deneyimlerle, yoğun ve/veya huzur verici hallere, frekanslara, enerjilere erişiriz, erişmeye çalışırız. Bunların bazılarının etkisi kalıcıdır. Bazılarını ise bir takım ritüeller, metodlar ve tekrarlarla sürekli kılmaya çalışırız.
    Gözlerimi Tuya’dan alamadığımı fark ediyorum. Çevresinde yarattığı akım çok çekici. Tuya 60 yaşlarında, sarı tenli, siyah saçlı, ince yapılı, dinç görünümlü, çok güzel bir kadın.
    Bir ara Jaga ile dışarı çıktık. Otların üzerine oturduk. O bir sigara içti.
    Herkes ile yapıp ettiği farklı oldu Tuya’nın. Biraz yorulmuş gibiydi. Çıkarken, herkes gönüllerinden kopan hediyelerini sunağa bıraktı; bu bir paket şeker de olabilir, para da. Gerçek bir şaman bedel talep etmezmiş. Ayrılırken Tuya’ya döndüm tekrar, aslında buradan ayrılmak istemiyordum. Yine bazı saygı ve sevgi sözlerinden sonra Tuya ile sarıldık, aramızda yabancılık kalmamıştı.
    “ne zaman istersen benimle iletişime geçebilirsin” dedi. Ben bunu metafizik anlamda anladım, eh, ne de olsa konuşan bir şamandı. O ise kareli defterden koparılan bir kağıt parçasına yazılmış bir eposta adresini uzattı bana; “kızımın” dedi. “buraya yazabilirsin, ben kullanmıyorum ama O bana haber verir”. Teşekkür ettim. Altuntuya ile eposta ya da başkaca bir yolla iletişimim olabilme ihtimali harikaydı! Dışarı çıktık. Hava daha da ısınmıştı. İçeride neden soba yanıyordu? Tuya, üşüyor muydu?
    Arabaya doluştuk ve Ulan Batur’a döndük. Cheke arayıp Altantuya ile tecrübemin nasıl olduğunu sordu. Anlattım.
    “Sana bir şey söyleyeceğim” dedi Cheke. “Hani motor kiralamak için beni ısrarla aradığın o sabah var ya, seni 5 dakika sonra ararım demiştim ve aramamıştım…, işte o sırada ben Altuntuya’nın yanındaydım ve O bana, uzun süredir su tanrısına olan görevlerimi ihmal ettiğimi ve bunu düzeltmem gerektiğini söylemişti. Onun yanından çıktıktan sonra düşünceliydim, ne yapabileceğimi düşünüyordum. O sırada senle konuştuk ve sen ben ofise dönmeden motoru alıp ayrılmıştın. Hangi motoru almıştın biliyor musun, satmayı düşündüğüm için kutsamadığım tek motoru…”
    “Yaa”
    “Evet, ve şimdi o motor nehirde. Su, alması gerekeni aldı”
    “…”
    “Aslında sana teşekkür etmeliyim” dedi Cheke, “buna vesile oldun”.
    Şaşırdım, heyecanlandım ve bir kere daha o nehirden geçtim.
    “Şimdi ne yapacaksın, motor alacak mısın?” dedi.
    “Motor mu?”
    “Evet. Suya giden motorun parasını ödedin. 5 günün parasını da zaten peşin vermiştin, bu durumda motor hâlâ senin”
    “E, sen motoru vermekte bir sakınca görmüyorsan alırım elbette. Umarım tanrılara başka borcun yoktur”. Gülüştük.
    “Tabii, ne zaman alırsın?”
    “O zaman, bugün çanta ve sair bir şeyler bakayım, Jaga da bana eşlik ederse sevinirim, yarın sabahtan gelir motoru alırım, olur mu?”
    “Tamam”
    O gün öğleden sonrayı Jaga ile geçirdik. Bir telefon satın aldım. Bazı dükkânlarda ve hatta bankalarda maestro kredi kartı geçmiyor, bu nedenle biraz uğraştık. Acıkıyorduk. “Blackmarket (Karaborsa)’te yeriz”, dedi Jaga. Ucuz eşya için oraya bakacaktık. Burası daha önce açık havada olan şimdi 6 - 7 katlı bir binaya toplanmış bir işhanları. Tahtakale’deki hanları hatırlatıyor. İçerisinde giyecekten, çantaya, yiyecekten, kozmetiğe, kırtasiyeye, hemen her şeyi satan dükkânlar var. Önce çanta bakalım dedik. O kadar zor oldu ki küçük bir sırt çantası almam. Her şey pahalı geliyordu. Aslında pahalı değil de lüzumsuz geliyordu. Elimi kolumu sallayarak dolaşmanın rahatlığına alışmıştım ve böyle de devam edebilirim düşüncesi giderek ağır basıyordu. Moğolistan’a yola çıkmadan önce kendime dönüp dönüp sorduğum sorunun cevabını bulmuştum. “Çok şey mi almıştım yanıma? Evet!” Bu yolculukta deneyimlediğim -neredeyse- eşyasız seyahat, bundan sonrası için de iyi bir rehber olacak sanırım bana. Neyse, döndük dolaştık sonunda sadece bir sırt çantası ve bir küçük el havlusu satın aldık. Başta aklımdan geçen çadır, uyku tulumu, vs kamp ekipmanı, hepsi kalsındı. İcabında, bu seferlik Cheketours’tan kiralanabilirdi tüm bunlar. Hadi, karnımızı doyuralım dedik, küçük bir lokantaya girdik. Diyorlar ki midemi orada bozmuşumdur.
    Jaga ile sabah buluşmak üzere sözleştik ve bir gece daha kalmak için Gana’s Guest House’a döndüm. Akşam’a doğru hemen yakındaki Gandan Manastırı’na gittim, avlusu açık, binası kapalıydı.

    Gandan Manastırı
    Yakınlardaki, Blackmarket ayarında bir yerden, isteksizce, bir sandalet satın aldım. Böylece terlik ve ayakkabıyı birleştirmiş oldum. Aslında sandaleti Moğol’dan sonra istikametim olan, Baykal Gölü için düşünmüştüm. Sonra, Ulan Batur’un gece hayatına bir göz atayım dedim. Daha konuk evinden çıkmadan midem sinyal verdi. Bir markete gidip 2 muz ve bir kola aldım, iyi gelir diye. Giderek artan bir rahatsızlıkla yürüdüm ve bir kaç mekâna baktım; genelde tenhaydı, sanırım günlerden salı idi. Ne kadar çok karaoke bar var Ulan Batur’da. Kore temalı yerler (restoran gibi) de çok; Moğolların çalışmak için en çok gittiği ülkelerdenmiş Kore. Bir arkadaşımın yıllar önce güzel vakitler geçirdiği ve şen Moğol kızları ile tanıştığı barı buldum; kapanmıştı. Maden suyu içmek istediğim bir karaoke barda paramı bozamadılar, kart da geçmiyordu, oturamadım. İçeri bakıp iç açıcı bulmadığım bir gece kulübüne giriş parası vermek istemedim. Diğeri ücretsizdi ama pek cansızdı. Pistinde pek çok kızın dans ettiği bir başka yere girdim; maden suyu servisi yapamayız dediler. Midemden ötürü içki içecek halde değildim. Yorulmuştum da… Velhasıl oturamadım bir yere. Sonra amansızca tuvalet aramaya başladım, bulmak kolay değildi. Koşa koşa hostele geldim.
    Sormayın, o gece sabahı zor ettim. Gecenin bir yarısı soğuk bir terleme ve mide bulantısı ile uyandım. Kendimi tuvalete zor attım. Kustum, yatağıma döndüm. Olmadı bir daha, bir daha… Perişan haldeydim. Ne zaman ki midem tamamen boşaldı ve son olarak sarı sıvıyı istifra ettim o zaman rahatladım.
    Sabah erkenden uyandım. Sadece bir çay içebildim. Yine Gandan Manastırı’na gittim, yine kapalıydı. Kısmet değilmiş Jaga tam saatinde geldi. Durumumu anlattım. Önce bir eczaneye uğradık. Eczacı, bir paket tablet verdi; “günde 2 veya 3 tane yut bunlardan” dedi. Arabaya binince suyumuz olmadığını fark ettim; ilk tableti suyla yutmak yerine çiğneyerek yuttum. Kök gibi, acı topraksı bir tat. Güneş yüzüme vuruyordu.
    Bu halde Cheketours’un yerine vardım. İçmem için başka yolculardan kalmış olan elektrolit takviyesi paketlerinden verdiler. Bolca su içmeye çalışıyordum. Motor hazırdı, selamlaştık
    Cheke: “Bu sefer nehir yok tamam mı?
    “Tamam.” (bu konuda tek karar verici ben miyim ki?)
    “Nereye doğru gideceksin?”
    “Karakurum’a doğru…Orhun Yazıtları’nı görmek istiyorum”.
    Cheke önce çıkaramadı, tarif edince “haa”, dedi, “Bilge Han Anıtı”. Moğollar burayı bu isimle biliyor. Karakurum = Harhorin.
    “Harhorin’den sonra, oranın yoluna sapacaksın, sonra 40 km kadar daha gideceksin. Zaten yolun dümdüz gidiyor Harhorin’e kadar, hiçbir yere sapma”.
    “Tamam”.
    “Nerede konaklamayı düşünüyorsun?”
    “Bu akşama Harhorin’e varırım”
    “Deli misin, bugün varamazsın, 375 km.”
    Moğolistan yol koşulları aklımdan çıkmış yine.
    “Harhorin’e 70 km kadar kala kum tepeleri var, kamp için güzel bir yerdir, orada kalabilirsin”.
    “Olur, bakarım, sağol”.
    Cheke, bir jest yapıp, kamp ekipmanlarını bedavaya verdi. Ama onları kaybetmememi sıkı sıkı tembih etti, özellikle yurt dışından satın aldığı kamp ocağını.

    Yeni yoldaşım: Mavi Yele
    Kamp donanımını ve neredeyse boş olan çantamı motorun arkasına sıkıca bağladık.
    Moğolistan’da yola çıkarken, bineği süt ile kutsamak bir gelenekmiş. Binek, dün attı bugün motor. Bu nedenle, yola çıkmadan önce, motorunuzun peglerine, tekerlerine süt dökülerek kutsanmayı unutmayın, unutturmayın. Konuyu biliyorsunuz
    Kiraladığım ve Moğolistan’da yerel halkın da çokça kullandığı motorlardan söz etmek istiyorum. Bunlar Shineray, Dayun gibi Çin malı 150 cc motorlar. Moğol kırsalında kimi yerde atların yerini almış; motorlu çobanların sayısı artmakta. Yerli halkın bu kadar çok kullandığı motorun en doğru tercih olduğunu düşündüm. Hafif. Alçak. Neredeyse bisiklet gibi. Kırsalın değişen yol koşullarında hâkim olması son derece kolay. Zira, sert toprakta giderken bir anda kuma ya da çamura dönüşebiliyor zemin. Çamura saplansanız çekip çıkarabilirsiniz. Çamur dedim; nehir değil Moğolistan’da asfalt yollar bozuk, altınızda büyük hacimli bir motor da olsa sürat yapabilmeniz çok zor. Bu kıvrak motorların yaklaşık 80 km civarında olan maksimum hızı Moğolistan koşullarında yeterli ve konforlu bir seyir sağlıyor. 12.000 Tugrik civarında bir tutara doldurabileceğiniz 14 lt’lik yakıt deposu var. Parçası ucuz, dilinden anlıyorlar. Kirası makul. Gelelim basit, sempatik ve işlevsel donanımına. Koruma demirlerini görüyorsunuz, uzun düz yolda ayaklarınızı dayayıp dinlendirmeye elverişli. Elcik koruma demirleri de var. Gidonun önündeki metal ızgara birçok şeyi taşımaya ve monte etmeye elverişli. Ben önceki motorda buraya avadanlık çantasını bağlamıştım. Bayıldığım donanım ise arka yanlardaki açılır kapanır sehpalar. Yaylı bir mekanizma. Açıp, üzerine benim yaptığım gibi yiyeceklerinizi ya da daha sonra yaptığım gibi kurusun diye ayakkabılarınızı bağlayabileceğiniz gibi, yan çantalar da bağlayabilirsiniz. Motorların kiminde elektrik soketi var kiminde usb girişi. Yani seyir halinde şarj mümkün.
    İkinci motoru aldığımda da aynı kaskı aldım; bunla rahat etmiştim. Kaskların birçoğunda kamera kızağı var; bilseydim kameramı da yanıma alırdım.
    Motorların küçük hacimli olması, motorun halini ve ihtiyaçlarını gözetmenizi, siz yorulmasanız da onu dinlendirmenizi, fazla yüklenmemenizi sağlıyor. Yani motora bir makineden çok, bir canlı, belki de bir at gibi davranmanız gerekiyor. Bu da motorla ve yaşamla kurduğunuz bağı artırıyor. Motorla daha çok konuşuyorsunuz. Çevrenizle daha çok ilgileniyorsunuz. Böyle kullandığım her iki motor da yeri geldi ıkındılar, sıkındılar ama hiç teknik sorun çıkarmadan birçok yol koşulunu aştılar. Yüzme bilmiyorlar o ayrı
    Yola çıktım.
    Ulan Batur’dan uzaklaşırken hava yine kapandı.

    Moğolistan stepleri
    Steplere giderken beraberinde yağmur götürmek Moğol Yörüklerince iyi sayılırmış, yani makbul bir ulaktım Bana ise birkaç gün önceki yola çıkışımı hatırlattı. Nehirden çıktığım yere dönersek… Günler sonra şöyle düşünüyordum; “hatalı” bir adım sonucunda da olsa içine düştüğüm durumda, sorumlu olduğum ve ayrıca yola devam etmek için “gerekli” görünen şeyleri kurtarabilmek ve onlarla yola devam edebilmek için gösterebileceğim bütün çabayı göstermiştim. Birkaç dakika içerisinde, uğruna çabaladığım her şeyi yitirmiş gibiydim. Oysa değil. İliklerime kadar hissettiğim şey yitirme, eksilme değil, törpülenip düzeltilme, yontulma, her şeyin yoluna girmesi, netleşmesi, tamamlanması gibi bir haldi. Bütünlük söz konusuydu. Bir ayar verilmişti. Olması gereken ve iyi olan bir şey gerçekleşmişti. Korkutucu değil, şükür ettirici… Tedirgin edici değil, uyumlu kılan… Saygı duyduran… Kabullendiren… Karmaşayı sadeleştiren… Dingin bir canlılık veren… Herhangi bir şey dışarıda kalmamıştı. Bir sohbetimizde, bu his ve düşüncelerimi anlatmaya çalıştığım Cheke, “şimdi, yeniden doğmuş gibi misin?” dedi. Fazlası ile açıklayıcı bir soru değil mi? Bir daha düşündüm; ancak sudan çıktıktan sonra Moğolistan’da rahat etmiş, oranın bir parçası olmuştum.
    Öte yandan, bir başkasının, tanrısı ile olan hesaplaşmasında yer almıştım. Bu, olan biteni daha ilginç, gizemli, anlamlı ve anlattığım kimi arkadaşımın ifadesi ile tüyler ürpertici kılıyordu. Benim açımdan ise yaşama sevincimi tazeleyen bir hadiseydi. Düşünsenize; neredeyse tamamen dışımda verilen bir karar sonucu yaklaşık 16 günüm boşa çıkmasaydı, Moğolistan’a gelmeyi bile düşünmezdim. Olacak olan olur.
    Midem ve bağırsaklarım hâlâ tam olarak iyileşmemişti. Yol kenarında bir benzin istasyonunun “geleneksel” tuvaletine kendimi zor attım. Bu tuvaletler, olabildiğince derin bir çukur ve üzerinde iki kalastan ibarettir. Ulan Batur’da da yolda da steplerde de çokça rastladım, hazır olun!
    Bir de şu var: yolda giderken zaman zaman kenara çekmiş arabalar görürsünüz. İşte o arabanın zıt yönünde (şaşırtma olsa gerek) tuvalet ihtiyacını karşılayanlar vardır. Evet, yol üstü mola imkânları pek gelişmiş değil, bu nedenle yeri geldi ben de araziye uydum tabii. Ama Harhorin yolu üstünde moteli, kafesi, marketi ile son derece modern bir tesise de rastlamadım değil.

    Ulan Batur — Karakurum anayolu
    Hava, arada açar gibi oluyordu. Başımı kaldırdığımda tepemde sık sık yırtıcı kuşlar görüyordum. Moğolistan’da, başınızın yirmi - otuz adam boyu üzerinde uçan kuzgunlarla ya da daha yükseklerde döne döne sizi gözleyen kartallarla sürmeye alışıyorsunuz.

    Moğol Kartalı
    Bir ara güneş gözlüğüm uçtu kayboldu. Güneş gözlüğü dediğim, gözlüğümün üstüne mıknatısla iliştirilen bir parça. Sarı camları nedeni ile baktığım her yeri daha güzel gösteriyordu. Eksilmeye (!) devam ediyordum.
    Söylendiği gibi yol gerçekten de neredeyse dümdüzdü.

    Ulan Batur — Harhorin anayolu, Moğolistan
    Başta sıkıcı biraz. Sabır gerektiriyor. O kadar ki yolun yarısına gelene kadar, yola devam edip etmeyeceğimden emin olamadım. Aslında sıkıcı olan bir hedefe kilitlenip sürmek sanırım; yolculuğun kendisini ıskalayabilirsiniz.
    Orhun Yazıtları’na neden gitmek istiyordum. Orası bana hep ulaşılması zor bir yer geldi. Moğolistan ne kadar ıraksa Ötüken bir o kadar daha ırak. O kadar uzak ki varla yok arası… Tam yerini tespit edebilmek zordur, hatta Google haritalar Ulan Batur’un doğusunda bambaşka bir yeri gösterir, internette yeri hakkında net bilgi bulmak zordur, Moğollar bizim bildiğimiz isimle bilmezler. Bulduğum çizimlerden emin olabilmek zordur, onları elimdeki haritalara uyarlamak zor. O kadar ki Moğolistan’a yola çıkmadan çok kısa bir süre önce Kitabeleri ne tarafta arayacağımı, bir başka motorlu gezgin arkadaşın (instagram: @turalem17) -ki o da hayli aramış — uyarısı sonucu anladım ve buna göre rotama şekil verdim. Velhasıl burası, göz alabildiğine düzlüklere gizlenmiş, adeta masalsı bir diyardır.
    Aslında benim için tüm Moğol diyarı şimdilik böyledir. Maddi ve mistik dünya bir aradadır, yaşamın bir parçasıdır ve insanların gerçeğidir. Somut ve soyut bu diyarda yer değişir, karışır, ayrılıklarını yitirir. Bu diyarda yürürken, müthiş bir sessizliğe şahitlik edersiniz. Kendinizi, doğayı, az daha kulak verirseniz evreni dinlersiniz. Ve neredeyse sadece bu vardır. Moğolistan kırsalında bulunmak, belki de, doğduğumuzdan beri içinde yaşamakta olduğumuz ya da yaşadığımız coğrafyalara giderek daha çok egemen olmakta olan ve alışmakta olduğumuz, ancak canımızı sıkmakta olan, hemen her şeyden soyutlanmış bir yaşam tarzından, toprağı, dağı, rüzgârı, suyu, ısıyı, insanı, her hali ile tabiatı ve sizinle beraber ne varsa tüm bunları, derinden ve her an duyumsadığınız, buna maruz kaldığınız, kimi zaman zorlansanız da bundan haz aldığınız ve mutlu olduğunuz, capcanlı bir yaşayışa girişmektir. Ve belki de bu halinden, sizi uçsuz bucaksız duygu ve düşüncelere gark etmesinden veya algılayışınızı değiştirip, aklınızı başınızdan alıp, aslında –alışık olduğumuz gibi- düşündürmemesinden ötürü, kaybolmanız büyük bir olasılıktır.

    Bu yol böyle gide gide / Yerimiz yoktur dünyada
    Birkaç kasaba geçtim. Yolun iki yanında birer sıra yapılardan oluşan western filmlerini andıran tarzda yerleşimler… Daha çok, yapı kümeleşmeleri diyebilirim. Böyle bir yerde mola verdim.

    Mola
    Bir tsai ısmarladım. Güreşçi ataya yakından baktım.

    Güreşçi ata
    Mutfakta bir kadın ve iki genç kız hamur yoğuruyorlardı.

    Mutfak
    Bir diğer kız bebeğe bakıyordu. Genç kız dedim de; Asyalıların yaşını kestirmek zor. Bunu bilmeme rağmen, 14 yaşında sandığım Namuunsetseg’in, yaşının 18 olduğunu çok sonra öğrendiğimde epey şaşırmıştım.
    Aç mıydım…, değildim, tsai ile yetindim. Öte yanda oynayan çocukları seyrettim. İçeri bir sürü çocuk girdi çıktı, kimi, ellerini şu karşıdaki düzenekte yıkadı. Burası huzurlu bir yerdi; çocuklardan mı hamurdan mı bilemedim. Kalkasım gelmiyordu.

    Hava daha da kapandı. Yağmura yakalanmayayım diye kalktım, hesabı ödedim, motora yürüdüm ki o genç kızlardan biri koşarak geldi, bir şeyler diyor, anlamıyorum. Sonra içeri girmemi istediğini anladım; girdim, mutfağı gösteriyor, hamur hazır, bir şeyler ye diyor. İsterdim de yiyecek halde değilim, “sağol” deyip tekrar dışarı çıktım. Yola koyuldum ve yağmur başladı.

    Yağmurla beraber hava soğudu. Yağış giderek arttı. Yağmurluk teklifini reddetmeseymişim iyiymiş. Zaman zaman devam etmekte tereddüt etsem de sürmeye devam ettim. Montum tamam da pantolonum sırılsıklam oldu. Botumun içine yağmur suyu giriyor. Paçalarımdan içeri serin rüzgar esiyor, üşütüyor. Geç de olsa aklıma paçalarımı çoraplarımın içine sokmak geldi. Bu, rüzgarı kesiyordu ama çoraplar ıslanıyordu. Zaten kuru da değillerdi artık. Velhasıl donuma kadar ıslandım. Zaman zaman kamyonların arkasına yanaşıp onların sıcaklığı ile ısınmaya çalışarak devam ettim. O kadar kıymetli bir sıcaklıktı ki bu. Yaklaşık 1,5 saat yağmur altında sürdüm, dayanabildiğim kadar dayanmaya, gidebildiğim kadar gitmeye, yolu kolaylamaya çalışıyordum. Artık titremeye ve gidonu güvenli tutamamaya başlamıştım. Isınmak ve mümkünse biraz kurumak için, yine o yapı kümeleşmelerinden bir başkasında sağa çektim. İçeri girdim. Mekânın çalışanları ve masadakiler dönüp baktılar. Bu sefer siyah çay istedim. Sallama paket olarak bulabilirsiniz buralarda. Zangır zangır titriyordum ama aksi gibi içerisi de pek sıcak değildi. Ağustos ayındaydık. 1 fincan, 1 sallama paket çay ve koca bir termos (güğüm gibi) sıcak su geldi. Ellerim titreyerek çayımı hazırladım. Yudumladım. Isınamıyordum bir türlü. Bir şeyler yesem mi?… Midem alacak gibi değil. Hareket etmek için kalktım, tuvaleti sordum. Harika(!) Dışarıdaymış. Dışarı çıktım tarif ettikleri gibi merdivenlerden üst kata, ama tuvalet muvalet bulamadım, bir koridorun iki yanında, içerisinde yer döşekleri olan odalar vardı. Bir an geceyi burada geçirmeyi düşündüm ama sıcak değildi. Hareket edip ısınmaya çalıştım. Aşağı indim, motora gittim, çantamdan sandaletleri aldım, içeri girdim. Poşetimdeki küçük elmalardan ve muzdan yedim. Çenem titriyordu. Botlarımı ve çoraplarımı çıkardım. Herkes bana bakıyordu. Sandaletlerimi giydim. Yavaş yavaş toparlanmaya başladım. Dışarı baktım; yağmur azalmış mıydı? Kalmamı gerektiren bir sıcaklık da yok. Hadi bakalım dedim, hesabı ödedim ve motora doğru yürüdüm. Hiç de azalmamıştı yağmur. Olsun. Botları sol sehpaya bağladım ve tekrar yola çıktım. Önce biraz üşüdüm yine, sonra çorapsız ayaklarım rüzgara alıştı. Arada sırada sırayla ayaklarımı motorun üstüne koyup ısıtmaya çalışarak sürdüm.
    Sonra üşümem geçti.
    Artık yoldan geri dönmeyeceğimi anlamıştım. Varma telaşımdan uzaklaşıp kendimi yola bırakmıştım. Yol beni kuşatmıştı. Böyle olunca yorulmuyor insan. Yapıp ettiğinden haz alıyor ve neşe doluyor. Sadhguru’nun anlattıklarından anladığım kadarı ile bu, yoganın bir tarifi.
    Belki de bu yüzden motosiklet sürmek müthiş bir deneyimdir. Her bir sürüşte zihninizi boşaltırsınız. Tamamı ile sürüşe yoğunlaşarak kendinizi geçmişten ve gelecekten soyutlar ve ana odaklarsınız. Ana odaklanma, elbette ki motoru ve sürüşü kontrol etmenizi sağlamakla beraber, bunun da bir parçası olan, çevrenize dikkat kesilmenizi sağlar. Böylece müthiş bir farkındalığa erişirsiniz. Önünüzdeki virajların, asfaltın yapısının ve durumunun, yolunuzun üzerindeki en ufak bir taşın, ileride sizi bekleyen ağaçlardan oluşmuş bir tünelin, yamaçlardaki ağaçların renginin, sıklığının ve yola yansıttıkları gölgelerin, yanı başınızdan akıp giden derenin pırıltısının ve çağıltısının, rüzgarın, güneşin, sisin, yoldaki en ufak bir renk değişiminin, hepsinin farkında olursunuz. Algının kapıları açılır. Ne kadar ön yargısız, ne kadar geçmişten getirdiğiniz yığından yalıtılmışsa bu bakışınız (bakışınız düşmesin!) o kadar benzersiz bir deneyim yaşar…ve sanırım o kadar güvende olursunuz.
    Yol boyunca, Moğolistan’da kavramların içeriğinin değiştiğini görüyordum. Uzak — yakın, güçlü — zayıf, temiz — kirli, büyük — küçük, güvenilir — güvenilmez, soğuk — sıcak, zor — kolay gibi kavramlara verdiğim anlamlar değişiyordu. 150 cc’lik bir motor en güçlü ulaşım araçlarından biriydi. Bu motor küçük müydü, hayır. Yaşadığım ülkede bir kaç saat uzaklıktaki yol, burada bir günlük yola dönüşmüştü, ona göre fiziksel, zihinsel, ruhsal ve lojistik hazırlık gerektiriyordu. Soğuk ve ıslak eşiğim artmıştı. Üşürken üşümez olmuştum.
    Belki de bu hercümerç sonrası tüm bilgileri yitirdiğimizden, anlam diyarına adım atabiliyoruzdur Moğolistan’da. Bildiğim kadarı ile işin sırrı yolda, hareket halinde olmakta… Kültürel bakış açımızın getirdiği ezberleri bir kenara bırakıp berrak bir zihinle gözlemek, temiz bir yürekle hissetmek, engin bir gönülle kabullenmek, zarif bir tavırla eşlik etmek ve sonsuz bir enerji ile devam etmek…. Böyle yol almak zevkli, öğretici ve cömerttir ve muhtemelen hakikat istikametindedir.
    Yola, çevreme ve zaman zaman bir çukurdan kaçmak için benim şeridime geçen arabalara ya da pervasızca yola fırlayan inek, koyun ve keçi sürülerine dikkat ederek, sakince sürüyordum. Bu sonunculara karşı özellikle uyarılmıştım; en yaygın kaza şekli hayvanlara çarpmakmış. At sürüleri ise asfalta çıkmıyor genelde. Bazen yolun altından geçen ya da yol kenarında bulunan su kanalları, su birikintileri ya da gölgeler için asfalta yaklaşıyorlar, o kadar.

    Moğol atları
    Bu dümdüz yol, kendi gibi upuzun düşünceler silsilesini de beraberinde getiriyor. Yola çıkmadan önce bir zamanlar Moğolistan’da bulunmuş arkadaşım Sinan’a, sohbetimizin bir yerinde;
    “Moğolistan gibi bir ülke neden var?” diye sormuştum.
    “Moğolistan, bir ülkeden çok bir coğrafya gibi geliyor bana”, demişti.
    Coğrafya düşüncelerimizi etkiler; Moğolistan coğrafyası, bakışınıza uzun süre ve alan boyunca engel çıkarmıyor, şehirler ise öyle değildir. Bu nedenle Moğolistan’da kesintisiz, sade ve uzak ufuklu şekilde düşünebiliyorsunuz. O kadar ki düşüncenin bizatihi kendisinden kopana kadar. İşte bu kopuş, muhtemelen bizi doğal olana ve gerçeğe bağlayan şeydir. Bu engelsizlikte, doğal olanın her türlü etkisine açık ve maruzsunuzdur. Bu korunaksız etkileşim, işlenme, dönüşüm, tekamül sürecidir; cefalı olabilir ama huzur vericidir. Serinkanlı ciddiyet ve odaklanmak ister. Bu istek, emek ve titizlikle gerçekleşecek olan akış, bize neşeli ve ferah bir yaşantının kapılarını açabilir. Bir kayboluş gibi görünen bu gidiş, öze varışın yolunun başlangıcı, en azından farklı ihtimallerin eşiği olsa gerek. Görüş açınızda, ufukta hemen hemen her zaman, eteklerine kadar varırsanız, aşmanız gereken dağlar görünür. Oraya vardığınızda tercih sizindir: tırmanmak, etrafından dolanmak ya da bir geçit aramak. Bir yol diğerine üstün değildir. Her bir tercihin başlı başına maceralı olacağı ve bizi türlü türlü şekillendireceği ve benzersiz bir kişisel deneyim olacağı, neredeyse kesindir.

    Yağmur altında yirmi bin fersah
    Moğol ülkesi ve kültürü her şeyin geçici olduğunu kafanıza sürekli çakıyor. Ülkede geçmişten gelen (yaklaşık son 200 yılda inşa edilen Budist tapınak ve stupalarını saymazsak) kalıcı bir Moğol yapısı neredeyse yok. Hatta kutsal yerlerin bile birçoğu, insanların taşları üst üste yığması ile işaretlenmiş. İnsanın kibrini dışa yansıtan binalara, saraylara, yapay bahçelere rastlanmıyor buralarda. Yukarıda gök kubbe aşağıda toprak anadan oluşmuş doğal bir sığınakla yetinilmiş gibi. Vaktiyle dünyayı titreten Cengiz Han ve takipçileri geriye bir yapı hatta neredeyse dikili taş bırakmamışlar. Sadece işlevsel olanla ilgilenilmiş ve yetinilmiş. Ger… Moğol çadırı (ki yakın coğrafyada küçük farklılıklarla hep görülür); göçebeliğe uygun, hafif, kolay sökülebilir, taşınabilir ve kurulabilir, doğal malzemeden, her türlü arazi ve yol koşulunda dayanıklı, yeterince büyük, fazlasını reddedecek kadar küçük. Kullandıkça sağlamlaşan: çadırın üstünü kapladıkları keçenin su geçirmezliği, çadırın içerisinde yanan soba ve ateşin isi ile ilk kıştan itibaren giderek artıyormuş. Göçebe yaşam biçimine eşlik edecek hayvan, yiyecek ve içecekler. Tam olarak sahiplenilmemiş, kışın kendi hallerine bırakılan atlar. Mülkiyetin söz konusu olmadığı topraklar. Halen daha yaygın olarak sürdürülen bu yaşam biçimi ve gerçek, sanıyorum ki bize geleceğe dair de bir şeyler söylüyor. Bizzat Moğollar “vahşi” olduklarını kabul ediyorlar.

    Karikatür: Selçuk Erdem
    Moğolistan’ın benim bastığım yerlerinin büyük kısmında toprak; kurumuş bataklık ya da yeşillenmiş çöl gibi, alışık olduğumdan yumuşak, süngersi bir yapıdaydı. Evet, yeşillenmiş çöl… Bu sene Moğolistan’da çok fazla yağış, Gobi’de bile seller olmuş, birçok arazi aracı dahi çölde saplanıp kalmış. Nehir seviyeleri ve debileri normalin üzerine çıkmış. Ve benim geçmeye çalıştığım nehir, bu sene geçit vermiyormuş.
    Moğollar bana: bilhassa göçebelere yol yolak iz sorduğunda, aldığın yanıtlara ihtiyatlı yaklaş dediler. Deneyimime göre ülkemizin kırsalında ya da taşrasında da geçerli olan bu uyarı, muhtemelen dünyanın her yerinde geçerlidir. Bir Moğol kadını söylediği için çekinmeden aktarıyorum; “özellikle kadınların yanıtlarına güvenme, oryantasyonumuz çok zayıftır”, dedi. Moğolistan’da yerli “rehberlerle” dahi işlerin pek kolay olmadığını duydum. Bir başka hikayeye göre de batılı bir motorcu Moğol göçebelere, yolu üzerindeki nehirden geçiş olup olmadığını sorar ve “var” yanıtını alır. Motorcu kıyı boyunca yaklaşık 2 km kadar yukarı ve bir o kadar aşağı gider ama tek bir geçiş dahi bulamaz. Sonra göçebelerin yanına geri döner ve biraz da içerlemiş bir halde “hani geçiş vardı, yokmuş” der. Göçebeler, “3 yıl önce birisi geçmişti ama …” derler. Bunu, tüm samimiyetleri ile söylediklerine inanıyorum. Mesele, algının farklı olması.
    Ek bilgi: nehir kıyısında kırmızı flamalar görürseniz bu, nehirdeki tehlikeye işarettir; benden sonra nehrin olağan geçiş noktasına ve motoru yitirdiğim yere bu flamalar çakılmıştı.
    Uzaktan kum tepeleri göründü.

    Kum Tepeleri — Khugnu Tarna
    Yolun sağ tarafındaki (kuzeydeki) kayalıklı tepelerin düze indiği yerden devam edip, yolu kesip sola (güneye) doğru bir hat olarak ilerliyorlardı. Buraya varmadan önce asfalt yoldan çıkıp, araziye girdim. Önümü koyun ve keçi sürüleri kesti. Durdum, güzelliği seyrettim.

    Gerlerin bir kısmı bu taraflarda gri renge dönüşmüştü; daha çok doğal malzemeli hallerine… Yukarı taraftaki bir tek Ger’den havlayarak bana doğru gelen bir köpeği görünce fotoğraf çekmeyi bırakıp sürmeye devam ettim.

    Yağmur çiseledi. Karşı tepelerin bazılarında birkaç Ger’den oluşan öbekler vardı. Konumlanışlarına bakılırsa, bazıları turist kamplarıydı. Kum tepelerine değil, bu yeşil tepelere doğru sürmeye karar verdim. Kurumuş bir dere yatağından yukarı doğru aktım.

    Çalıların arasından, derin kumlu patikalardan tırmanıp tepelerden birine vardım. Moğolistan’da yörük çadırına yaklaşırken uzaktan “Hey, köpeklerinizi bağlayın” diye bağırılırmış/selamlaşılırmış. Ben bunun nasıl söyleneceğini henüz öğrenememiştim. Bana doğru havlayıp koşturan köpeklerin yanından gazlayıp 5 Ger’den oluşan bir obaya vardım. Obanın hanımı kapıda göründü.
    “Merhaba, bu gece burada kalabilir miyim?”
    “Evet”, dedi gülümseyerek.
    “Ne kadar?”
    “On bin Tugrik!”
    “Sobanız var mı?”
    “Var!”
    “Tamam.”
    Bu fiyata akşam yemeği, sınırsız tsai, boortsog, süt ve peynir kuruları, yatak, benim için yaktıkları sıcacık bir soba ve kahvaltı dahildi.
    Obada yine atalarla, iki aile bir aradaydı. Kalacağım çadırda sadece 4 yatak ve bir soba vardı, belli ki yolu buraya düşen benim gibi yolcular içindi.

    Evin beyi koşturdu sobanın borularını kurdu ve yığdığı odunlarla sobayı yaktı. Ben o arada ana yaşam alanı olarak görünen çadırda tsai içip soluklandım.
    “Akşam yemeği için ne yemek istersin”, diye sordu obanın hanımı. Midem yeni yeni düzelmekte olduğundan,
    “Etsiz herhangi bir şey, çok fazla bir şeye gerek yok”, dedim.
    Patates ve havucu doğradıklarını gördüm; sanırım bir çeşit sebze çorbası pişireceklerdi. Yemek hazırlanırken ıslak botlarımı ve çoraplarımı sobanın üzerinde kurutmaya çalıştım, dışarı çıktım. Etrafın güzelliğini seyre koyuldum. Develer, inekler, koyunlar, keçiler, uzakta kayalıklı tepeler, kıvrıla kıvrıla oralara varan yollar.

    Mis gibi havayı derin derin içime çektim. Mutluydum. Uzaktan gelen at kişnemelerini dinledim. Develerin böğürtüsünü duydum. Tepenin diğer tarafından bakınca üzerindeki su birikintileri seçilen yeşil bir düzlük, kum tepelerine kavuşuyordu. Günün son ışıkları, bu düzlükteki gölcüklerden yansıyıp göz alıyordu. Gün alev alev batarken evin beyi atına atladı ve “hoy, ho!” diye çığırarak sürüleri çevirdi ve ortalığı tozutarak küçükbaşları ağıla soktu, büyükbaşları çadırların bulunduğu düzlüğe çıkardı. Hanım da ağıla varıp ona yardım etti. Kendisi de motorcu olan Cem hocam, emeklilik planlarından söz ederken; “Öleceğin yerde motor gürültüsü olmayacak” demişti. Ölmek için böyle bir yere gelsek, ömrümüze ömür katılır muhtemelen.


    Her şey gölgeye dönüşürken çadıra döndüm. İngilizcesi fena değildi hanımın, buna rağmen, benim için büyük ana ile hazırlayıp pişirdikleri yemeğin içerisinde et yoktu evet, ama sakatat vardı .
    Yemek yerken sohbet ettik. Devam ederiz dedik. Biraz uzanıp dinlenmek için yatağıma geçtim. Yorgunluktan uyuyup kalmışım.
    Moğolistan’da yattığım yastıkların hemen hepsinde kuru bitkilerden doğal bir dolgu malzemesi vardı. İlk bakışta rahatsız gibi görünse de müthiş rahat uyutuyor. Sordum, fındık dediler ama çam fıstığı da olabilir.
    Sabah erkenden uyandım. Harika bir sabahtı. Moğolca kahvaltı ettim. Hanım o gün Ulan Batur’dan gelecek ve öğretmen olan oğlunu bekliyordu. Vedalaştık.

    Develerin (çok heybetliydiler) arasından geçerek , çıktığımdan başka bir yoldan kum tepelerine doğru kıvrıla kıvrıla inmeye başladım. Tepelerin eteklerinde kamp yapanlar vardı.


    Ana yola çıktım. Biraz sonra vardığım kavşakta gördüğüm yol tabelaları, sanırım yüzlerce kilometre boyunca gördüğüm ilk tabelalardı. Karakurum’a doğru saptım.

    Harhorin kavşağı

    Harhorin Kapısı

    Harhorin / Karakurum
    Şehrin (kasaba demek daha doğru) girişinde hemen sağda meşhur Erden Zuu Manastırı vardı. Yakıt alıp manastırın önüne çektim motoru. Tembihlendiği gibi motoru kilitleyip bir yere sabitledim. İlk gelenlerden biriydim; içeri girdim ve çocukların borularla duyurduğu sabah ayinine denk geldim.

    Erden Zuu Manastırı

    Erden Zuu Manastırı — Sabah ayinine çağrı

    Erden Zuu Manastırı — Sabah ayinine giriş

    Erden Zuu — Sabah ayininden önce son mesajlar

    Erden Zuu — Yerel Halk

    Erden Zuu
    Yerleşkeyi dolaştıktan sonra tekrar motora atladım ve manastırın yanından kıvrılarak Orhun Abideleri’nin (resmi adı Khushuu Tsaidam) yoluna saptım.

    Orhun Abideleri / Khushuu Tsaidam sapağı
    Bu yol Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı tarafından yaptırılmış ve Moğolistan’da benim sürdüğüm (Ulan Batur Karakurum ana yolunun bir kısmını saymazsak) en düzgün asfalttı. Şarkılar ve türküler söyleyerek pırıl pırıl, ışıl ışıl, neşeyle sürdüm.

    Bu yönde yolun adı tabelada Kiril alfabesi ile yazılı

    Ne güzel bir çit

    Orhun Yazıtları’na doğru…

    Moğol atları
    Moğolistan’da en çok gökyüzünü görürsünüz. Müthiş bulutlarla bezenmiş gökyüzü... Steplere, patikalara, dağlara, tepelere, atlara bakarsınız ama hep Gök yüzünü görürsünüz.

    Karakurum — Orhun Abideleri yolu
    Müze, kuş uçmaz kervan geçmez, bol rüzgarlı bir yerde. Internet çekmiyor. Asıl anıtlar içeride. Dışarıda, araziye imitasyonları serpiştirilmiş. Giriş ücretini ödeyip içeri girdim.

    Orhun Abideleri Müzesi
    Baktım. Yazıtlara dokundum. Okudum:
    “Üstte mavi gök altta yağız yer yaratıldı ve arasında insan yaratıldı.”

    Bilge Kağan Kitabesi
    Fotoğraf çekmek ayrıca ücrete tabi. Giriş 5 bin, fotoğraf 10 bin Tugrik.

    Orhun Yazıtları / Bengü Taşlar: Kül Tigin ve Bilge Kağan Kitabeleri

    Orhun Yazıtları imitasyon taşı
    Çevredeki imitasyonları da ziyaret ettikten sonra dönüşe geçtim.

    Yolun bu tarafından tabela Türkçe: Bilge Kağan Karayolu

    Bilge Kağan Karayolu
    Moğol klasiği
    Moğolistan da bana ülkenin bir özetini geçti:

    Asfaltın bittiği yer
    Erden Zuu Manastırı’nın karşısındaki küçük dükkanlardan birinde khushuur ve tsai ile karnımı doyurdum, dinlendim. Yakında Orhun Vadisi var. Harika şelaleler olduğu söyleniyor. Ülkeye gelmeden rotamda vardı ama Moğolistan’da umduğumdan fazla kalmış olduğum ve daha Baykal Gölü’ne gitmek istediğimden, vadiyi bir başka zamana bıraktım.
    Sonra sürdüm sürebildiğim kadar.
    Video: Harhorin-Ulan Batur yolunda bir gölge

    Sıkça görülen, her yolu aşan UAZ 4x4

    Karakurum — Ulan Batur anayolu

    Moğolistan

    İpek Yolu Ekonomik Kuşağı Çölleşmeye Karşı Çin Moğol Ortak Mücadele Projesi
    Hava, pembe bir akşama döndüğünde bir yandan sürüyor bir yandan da kamp için bir yer kestirmeye çalışıyordum gözüme.

    Moğolistan

    Bir ay doğar ilk akşamdan geceden
    Dönüş yolu biraz daha hızlı oluyordu. Bir türlü karar kılıp da araziye girip kamp yapacak bir yer bakınamadım. Birkaç dağ sırasını dikine geçtim. Bir ara acaba Ulan Batur’a bu gece varabilir miyim diye düşünüyordum. Neredeyse durmaksızın sürüyordum. Hava karardı. Moğolistan’da gece sürmek iyi bir fikir değil. Yanımdan bir panel van geçerken, pencereden sarkan biri elinde kırmızı çubuk bir ışık sallıyor ve kenara çekmemi işaret ediyordu. İleride sağa doğru yanaştılar, ben de yavaşladım, ancak aracın sivil bir araç olduğunu gördüm ve durmadan bastım gaza. Heyecan! Aynadan baktım, araç da hareket etti, selektör yaptı, bir araç solladım, derken o van yine önüme geçti, bu sefer yine yavaşladım ve araya birkaç araba alıp (gece trafik daha yoğundu) iyice yavaşlayarak arayı açtım, sonra gözden kayboldular. Sürmeye devam ettim, artık araziye girecek bir yer görebilmek zordu. Kenara çektim. Haritaya baktım Ulan Batur’a 100 km kadar kalmıştı, olur mu diye zorluyordum, sonra saate baktım, olmazdı, üşümeye de başlamıştım. Aklıma Karakurum’a giderken yolun bu tarafında bir tepede gördüğüm turist kampı geldi. Haritada orayı bulmaya çalıştım. Sanırım buldum. 17 km uzağındaydım. Sürdüm. Büyük tabelaların olduğu bir genişlikten asfalttan ayrıldım ve kalakaldım. Çünkü gitmem gereken yönde, yağmurdan ötürü her yer çamur ve su birikintisi olmuştu. Yolu biraz değiştirerek bir kuruluktan yeniden arazinin içerilerine doğru girmeye başladım. Sadece motorun ışığının aydınlattığı birkaç metre ilerisi ve uzakta kalmış ayın aydınlığı vardı. Toprak yol zaman zaman çatallanıyor, yolun iki yanında kimi zaman belim boyunda otlar. Kulaklıktan dinlediğim ve ara ara elime alp baktığım harita güven vermez olmuştu. Çünkü Karakurum’a gidiş yolunda gördüğümden fazla, yaklaşık 4 km mesafe veriyordu. Oysa ben yoldan bakınca hemen tepede bir kamp görmüştüm. Demek ki orayı bulamamıştım. Kılavuzum, biraz uzağımda solumdan içerilere doğru uzanan elektrik telleri ve direklerinin siluetleri ve çok uzakta gördüğüm birkaç ışıktı. Oranın turist kampı olabileceğini düşünüyordum. Ancak yol o yöne gitmiyordu. Girdiğim bir çamurda hafiften kaydım ama toparladım. Tüm bunlar ve ara ara önüme çıkan ve tüm yolu kapladığı ve derinliğini kestiremediğim için beni patikanın dışına çıkmaya zorlayan çamur birikintileri cesaretimi kırıyordu. Aslında biliyordum ki bu coğrafyada yollar bir yere dümdüz değil kıvrıla kıvrıla varıyor ama bu saatte ve halde gidip bir bataklığa saplanmak da istemiyordum. Haritayı kapattım, zira bir yol göstermiyordu artık. Bir kere daha bulunduğum yere çadır kurabilir miyim diye baktım ama bitkiler uzun ve kalın yapılıydı. Geri döndüm, aslında oraya çıkmak istemiyordum ama kararsızca ve yavaşça ana yola doğru sürmeye başladım. Nerede konaklayacağım tam bir muamma olmuştu. Yorulmuştum. Motoru söndürdüm. Bir su birikintisinin önünde durmuş gah ürpererek gah cesaretlenerek ne yöne gideceğime karar vermeye çalışırken arkama baktım. Uzaklardan bir araba ışığı, arazide sarsılarak ve hızla bana doğru geldi. Yanımdan geçerken el kol ettim, durdurdum. Moğola benzeyen bir şoför ve yanında yabancı görünümlü bir yolcu. İleride kamp yeri olup olmadığını sordum, “evet var, biraz ileride” dedi şoför. Bir kere daha denemeye karar verdim. Oldukça kaygan toprak yolda düşmeden, batmadan, çıkmadan dikkatle sürmeye çalışıyordum. Hâlâ pek ışık yoktu ve yol beni ilk gördüğüm ışıkların aksi yöne yönlendirmişti bu defa. Derken, su birikintileri bitti, toprak zaman zaman çamur ve çukur tuzakları kuran daha sert bir hal aldı ve sonra yol geniş tıraşlanmış, küçük taşlı bir hale dönüştü. Asfalttan içeri doğru tüm bu yolda motorun küçüklüğü ve hafifliği çok işime yaradı. Hızlandım, yolun çokça çiğnenmiş olduğu belli oluyordu. Yol sola kıvrıldı, birçok toprak yolun birleştiği kavşağa geldim ve orada karşımda turist kampını gördüm, oh!
    Saat 21:30 gibiydi. Kamp çok az aydınlatılmıştı. Demir kapıda kimse yoktu. Motoru içeri sokup park ettim ve karşıdaki büyük yapıya doğru yürüdüm. Resepsiyon ve büyükçe bir restoran bu yapıdaymış. Yanaştım, fiyatı sordum. Kız beklememi istedi, restorandaki kalabalık turist grubuna servisini tamamladı ve döndü. Çok yüksek bir fiyat söyledi. Birkaç saat kalacağımı, bir şey yemeyeceğimi, sabah da kahvaltı etmeyeceğimi, hatta uygun olursa bir kenara çadırımı dahi kurabileceğimi söyledim. Buranın sadece rezervasyonla müşteri kabul eden özel bir kamp olduğunu, aslında kapıdan gelenleri kabul etmediklerini, şu an yerleri olduğu için, beni kabul edebileceğini, fiyatta bir indirim yapabileceğini ve içmek için sıcak bir şeyler verebileceğini, banyo için sıcak suları olduğunu, çadır kurmanın mümkün olmadığını, bu milli park alanının tümünde kampın yasak olduğunu, buranın özel bir tarım geliştirme alanı olduğunu söyledi. İndirimden sonra bile fiyat yüksekti ama kabul ettim. Artık dinlenmek istiyordum. Bir görevli bana yapay Ger’ime kadar eşlik etti. Bu kamp, geniş bir araziye yayılmış Ger görünümlü ama çadır olmayan yapılardan oluşmuştu. Görevli bana bir de elektrik sobası getirdi. Havlu da verdi. Kampın diğer ucundaki banyolara gittim yıkandım ve ahşap döşeli, geleneksel görünümlü eşyalarla dolu, otağı andıran ortak alana döndüm ve söz verilen sıcak içeceği rica ettim. Kız, sağ olsun, çayla beraber, birkaç dilim ekmek ve biraz bal mıydı reçel miydi yiyecek bir şeyler getirerek jest yaptı. Teşekkür ettim, hatta ikinci fincan çayı da verdi. Sonra gittim ve uyudum.
    Sabah erken kalktım. Motorun üzerindeki çiyi silerken, kamptan ayrılmakta olan Alman turist grubu ile ayaküstü biraz sohbet ettik. Motor çalışmadı. Jikleyi çektim. Birkaç denemeden sonra çalıştı. Az gittikten sonra motor ısınıp düzelince dün gece geldiğim yolu bu sefer, sabahın tazeliğinde, keyifle geri sürdüm.
    Video: Steppenwolf

    Moğol kırsalindaki ahşap elektrik direkleri birbirinden farklı ve güzeldi; bu da onlardan bir model.
    Ana yolda üşümeye başladım. Ulan Batur’a yaklaşık 40 km kala sağda, Moğol Restoranı diye bir tabela gördüm. Belki sıcak bir şeyler içer bir kahvaltı ederim diye düşündüm ama yol kenarında görünen bir şey yoktu. Ana yoldan çıkıp içeri doğru sürmeye başladım ve bir tepenin etrafından kıvrılıp yamaca konuşlanmış turist kampının otoparkına yanaştım. Giresim gelmedi. Yamaçtan aşağı baktığımda aşağıda uzakta bir küçükbaş sürüsü, yakında bir atlı, ötesinde birkaç Ger, develer ve tam seçemediğim büyük baş hayvanlar gördüm. İşte benim kalemim, bu yerleşim beni çekerdi. Gidonu kırdım ve çayırdaki develerin bakışları arasında aşağı doğru sürdüm. Çadırlarına yaklaşınca sevinçle durdum ve hemen motordan indim. Uzaktan seçemediğim büyük baş hayvanlar Yak imiş; ne güzel bir hayvan.

    Yak sürüsü

    Yak
    Çadırın önündeki gençler yanıma yaklaştı ve çat pat anlaştık. Burası yukarıdaki turist kampındaki turistlere, geleneksel Moğol hayatının, tüm yönleri ile sergilendiği bir obaymış. Her şey son derece özenli, renkli ve otantikti.

    Kürkler

    Geleneksel çadır ve arabalar
    Birazdan başlayacak gösteriye hazırlanıyorlarmış ve ne oldu biliyor musunuz; bu gösteri ve tanıtım, öncesinde bana sunuldu, hem de bedelsiz. Sadece Yak’a binmek için 1 Dolar verdim.
    Video: Ali on Yak

    Moğolistan
    Sonra beni çadıra buyur edip önce kımız, peynir ve süt kurularından ve boortsoglardan ikram ettiler. Kazanlarda süt kaynıyordu. Kımız deriden bir tulumun içerisindeydi, serindi, tadı ayranın daha ekşi ve keskini gibiydi.

    Kımız tulumları
    Yak sütü de ikram ettiler. Onlar bir yandan işlerken ben de dolanmaya başladım. Dışarı çıktım ve öbür Ger’e girdim. Ses denemesi yapan delikanlı benim için Morin Khuur’unu çalıp gırtlak tekniği ile birkaç şarkı çaldı söyledi. Çok şanslıydım. Sevdiğim bu tekniğe çıplak kulakla birebir ve hemen burnumun dibinden şahit oluyordum. Bu teknikte duyduğum üç temel sesin ikisini biliyordum ama bir enstrüman sesi olduğunu düşündüğüm üçüncüsünün de bir insandan çıktığını öğrenince şaşırdım doğrusu. Çalgıdan ise birebir at sesi dahi çıkıyordu.
    Video: Gırtlak söylemesi

    Çalgı: Morin Khuur
    Bana koyun aşık kemikleri ile oynadıkları iki farklı aşık oyunu gösterdiler. Bu oyunlardan daha yaygın olanında ve hatta bir çeşit kehanet olarak kullandıklarında (ki Budist tapınaklarında dahi bu ritüele rastladım) 4 farklı kemiğin biri koyunu, biri keçiyi, biri atı, biri deveyi simgeliyor ve üste gelen yüze göre anlamlar ve sonuçlar çıkarılıyor.

    Aşık oyunu
    Oyunlardan sonra biraz çevreye, atlara, develere baktım, atını süren çobanı izledim. Uzaklardaki tepenin üzerinde bir balon havalanmıştı. Baktığım yerden görünen pastoral manzarayı bozuyordu ama onun müthiş bir manzarası olmalıydı.

    Geleneksel Moğol çadırı nasıl kurulur. Atlar nasıl bağlanır.

    Geleneksel Moğol çadırları ve giysileri

    Bhoortsog ikram eden hanım ile hep güzel ve güleç olan, rüzgarlı yüzlü Moğol çocuklarından biri daha
    Sonra ekibi daha fazla meşgul etmemek için selamlaşıp ben de atıma binip ayrıldım.

    Mavi Yele
    Ulan Batur’a vardım. Ben ayrılırken, ABD’den Adam varmıştı Moğolistan’a, kendi motorlu macerası için ve fakat O’nun da çantası Ulan Batur’a varamamıştı, bir gece beklemesi gerekiyordu. Tanıştık, hep birlikte yedik, içtik sohbet ettik, yeni arkadaşlıklar kurduk.

    Ali, Cheke, Adam
    Artık Baykal Gölü’ne, Olkhon Adası’na revan olma zamanıydı. Sabah Jaga beni Ulan Ude (Rusya)’ye gidecek otobüse bırakmak için geldi. Yolda, sabahın ilk ışıkları ile çok enteresan bir gürültü duymaya başladım. Şehirdeki 3 termik santralden birisi beni koca bir düdüklü tencere böğürtüsüne benzeyen sesi ve dumanları ile uğurluyordu. Camdan bakınca, harika bir fotoğraf vardı ama çekmeye üşendim.
    İstanbul’a döndükten günler sonra bir telefon aldım Cheke’den; Altuntuya’nın kızının Avusturya yolunda İstanbul’da uzun bir beklemesi varmış ve İstanbul’da gecenin güvenli olup olmadığını soruyordu. Seve seve ona eşlik edebileceğimi söyledim. Uçuş bilgileri, vs sonra gelecekti. Altuntuya’nın kızının adını sormak, bir kaç gün sonra geldi aklıma. Khatan Tuul (Kraliçe Tuul)’muş: Altunbulag civarında geçmeye çalıştığım nehrin adı!…
    “Tula Nehri (Moğolca: Туул гол, Tuul; eski kaynaklarda ayrıca Tola) orta ve kuzey Moğolistan’da Moğollar tarafından kutsal kabul edilen bir nehir. 704 km uzunlukta ve 49.840 km² bir alanı sulamaktadır. (…)
    Moğolların Gizli Tarihi (1240) sık sık Wang Khan (Toğrıl Han) (Tuğrul Han)’ın yaşadığı bir “Tula Nehri’nin Kara Ormanı”ndan bahsetmektedir (Cengiz Han burayı sık sık ziyaret ederdi ve daha sonra kendi topraklarına kattı). (…)
    Göktürk Yazıtları, Oğuzlar’ın bir zamanlar Tula Nehri boylarında Tatarlar’a komşu olarak yaşadığını bildiriyor. Oğuzlar bu topraklardan 8. yüzyılın ortalarında göç ettiler.” (http://www.wikizero.biz/index.php?q=...VHV1bF9OZWhyaQ)
    …İkinci Bölüm ve Hikayenin Sonu…
    ******
    Okura notlar:
    1- Khatan Tuul’un planları değişmiş, gelmedi.
    2- Moğolistan hikayemin bu ikinci bölümünü yazmak hayli zor oldu. Yolculuk, döndükten sonra da sürdü; sık sık geri dönüşler yaşadım, orada olup biten bazı şeyleri sonradan idrak ettim, bazılarına hâlâ kafa yoruyorum, bazılarını anlamak için daha yol gitmek gerek. Bu süreçte yeni kapılar açıldı; bir kitap okudum, bir başkasına başladım, bir bilgenin konuşmalarını dinledim, bunlar da yola dahil oldu. Yazdıklarımdaki dağınık, çalkantılı ve kimi zaman insanın sabrını zorlayan halin farkındayım; ancak, aslında metnin bu halinin, Moğolistan seyahatimi anlatabilmiş olduğunu düşünüyorum.
    Kalın sağlıcakla

    18.02.2019
    Konu Serdar ZIMBA tarafından (24-03-2020 Saat 18:56 ) değiştirilmiştir.

  2. Ali Küver güzel mesajın için 8 üye sana teşekkür etti :

    alper ozbas (25-03-2020),Bora Karayel (24-03-2020),Deniz Kupeli (24-03-2020),ERDAL CANTÜRK (24-03-2020),GİRAY ELGİN (25-03-2020),Osman Somuncu (24-03-2020),Serdar ZIMBA (24-03-2020),Tuğcan Yavaş (29-03-2020)

  3. #2
    Enduroist Kıdemli Üye Bora Karayel - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Isim
    Bora Karayel
    Üyelik tarihi
    20-04-2014
    Bulunduğu yer
    İstanbul
    Mesajlar
    1,087
    Motosiklet
    F800
    Marka
    Bmw

    Standart

    ) Hepsini okudum okudum Okurkende Resimlerle süslense ve bir kaç msja bölünse ne güzel olur diye düşündüm Sona Bir Geldim bloga link var

    Süper bir gezi olmuş , Açılış sürüşünde biraz teaserlar almıştık zaten buda üstüne salgın günlerinde çok iyi gitti

    Yüreğine Sağlık
    Good Things Come To Those Who Wait

  4. #3
    Enduroist Üye Ali Küver - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Isim
    Ali Küver
    Üyelik tarihi
    04-11-2019
    Bulunduğu yer
    İstanbul
    Mesajlar
    107
    Motosiklet
    Africa Twin 2019
    Marka
    Honda

    Standart

    Alıntı Bora Karayel Nickli Üyeden Alıntı Mesajı göster
    ) Hepsini okudum okudum Okurkende Resimlerle süslense ve bir kaç msja bölünse ne güzel olur diye düşündüm Sona Bir Geldim bloga link var

    Süper bir gezi olmuş , Açılış sürüşünde biraz teaserlar almıştık zaten buda üstüne salgın günlerinde çok iyi gitti

    Yüreğine Sağlık
    Sağolasın Bora! : )

    Yazıyı bu siteye fotoğraflarla aktaramıyorum. Ben sadece bağlantıları koymuştum. Sağolsun Serdar metne dönüştürmekte ve bağlantıyı muhafaza etmekte yardımcı oluyor.

    Serdar,

    Bağlantıları yazının üstüne mi alsak; Romanya yazısında olduğu gibi, böylece sırf yazı ile sıkmayız çoğu kişiyi : ) Bulgaristan yazısında da aynı şeyi yapabiliriz.

    Selamlar.
    Konu Ali Küver tarafından (24-03-2020 Saat 15:27 ) değiştirilmiştir.
    Yanlış yol yoktur, yeni yol vardır.

  5. #4
    Ordinaryus Enduroist cemkucuk - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Isim
    Durmuş Cem KÜÇÜK
    Üyelik tarihi
    17-09-2009
    Bulunduğu yer
    İstanbul
    Mesajlar
    2,153
    Motosiklet
    Züppeer Teneke 1200
    Marka
    Yamaha

    Standart

    blogunuzda okumuştum. evde kal kampanyasında güzel geldi. hayallere daldım biraz sevgiler

    KILIBIKRAYDIR

  6. #5
    Enduroist Üye Ali Küver - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Isim
    Ali Küver
    Üyelik tarihi
    04-11-2019
    Bulunduğu yer
    İstanbul
    Mesajlar
    107
    Motosiklet
    Africa Twin 2019
    Marka
    Honda

    Standart

    Alıntı cemkucuk Nickli Üyeden Alıntı Mesajı göster
    blogunuzda okumuştum. evde kal kampanyasında güzel geldi. hayallere daldım biraz sevgiler
    Sağolasın. Sevgiler : )
    Yanlış yol yoktur, yeni yol vardır.

  7. #6
    Moderatör Serdar ZIMBA - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Isim
    Serdar ZIMBA
    Üyelik tarihi
    17-05-2016
    Bulunduğu yer
    İstanbul
    Mesajlar
    2,087
    Motosiklet
    1250 GSA
    Marka
    Bmw

    Standart

    Alıntı Ali Küver Nickli Üyeden Alıntı Mesajı göster
    Serdar,

    Bağlantıları yazının üstüne mi alsak; Romanya yazısında olduğu gibi, böylece sırf yazı ile sıkmayız çoğu kişiyi : ) Bulgaristan yazısında da aynı şeyi yapabiliriz.

    Selamlar.
    İşlem tamam
    Motosikletim'in üzerindeyken hisettiğim tek duygu... Özgürlük !..

  8. #7
    Moderatör Arif Oral Unal - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Isim
    Arif Oral Unal
    Üyelik tarihi
    05-10-2014
    Bulunduğu yer
    İstanbul
    Mesajlar
    2,367
    Motosiklet
    R1250 GS
    Marka
    Bmw

    Standart

    Ali kardeşim vallahi keyifle okudum, nefesim kesildi.

    Senden öğrenmemiz gereken şeyler var o kesin ama cesaretli davranabilmekte çok önemli bir özellik

    Ben blog linki kuzenler grubumda bile paylaştım, kalemine sağlık


    Sent from my iPad using Tapatalk

  9. #8
    Enduroist Üye Ali Küver - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Isim
    Ali Küver
    Üyelik tarihi
    04-11-2019
    Bulunduğu yer
    İstanbul
    Mesajlar
    107
    Motosiklet
    Africa Twin 2019
    Marka
    Honda

    Standart

    Alıntı Serdar ZIMBA Nickli Üyeden Alıntı Mesajı göster
    İşlem tamam
    Çok teşekkürler. : )
    Yanlış yol yoktur, yeni yol vardır.

  10. #9
    Enduroist Üye Ali Küver - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Isim
    Ali Küver
    Üyelik tarihi
    04-11-2019
    Bulunduğu yer
    İstanbul
    Mesajlar
    107
    Motosiklet
    Africa Twin 2019
    Marka
    Honda

    Standart

    Alıntı Arif Oral Unal Nickli Üyeden Alıntı Mesajı göster
    Ali kardeşim vallahi keyifle okudum, nefesim kesildi.

    Senden öğrenmemiz gereken şeyler var o kesin ama cesaretli davranabilmekte çok önemli bir özellik

    Ben blog linki kuzenler grubumda bile paylaştım, kalemine sağlık


    Sent from my iPad using Tapatalk
    Arif kardeşim,

    Sağolasın. Estağfurullah. Hikayelerimizle birbirimize ilham veriyoruz. Hepsi bu.
    Yanlış yol yoktur, yeni yol vardır.

  11. Ali Küver, bu güzel yazın için sana Teşekkür Edildi.

    Arif Oral Unal (24-03-2020)

  12. #10
    Moderatör Serdar ZIMBA - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Isim
    Serdar ZIMBA
    Üyelik tarihi
    17-05-2016
    Bulunduğu yer
    İstanbul
    Mesajlar
    2,087
    Motosiklet
    1250 GSA
    Marka
    Bmw

    Standart

    Ali ben ancak okuyabildim daha doğrusu bitirebildim ,eline kalemine sağlık , güzel bir tecrübe yaşamışsın . Hele ilk bölümün sonu heyecanlı bitti , bir an gözümde canlandırdım nehirde yaşananları ve sonrasını tam filmlik olmuş


    Tapatalk kullanarak iPad aracılığıyla gönderildi
    Motosikletim'in üzerindeyken hisettiğim tek duygu... Özgürlük !..

 

 
Sayfa 1 Toplam 3 Sayfadan 123 SonuncuSonuncu

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok
  •