03.08.2017 (Altıncı Gün)
Ushguli – Gori




Gecenin soğuğuyla ve rüzgar sesi ile boğuştuktan sonra, oksijenden sabah erkenden kalkıp buz gibi su ile elimi yüzümü yıkadım. Hiçbir şeyi toplamadan çayımı demledim, akşamdan kalan haçapuri ile kahvaltımı yaptım. Motorumu yükledim. Yolculuğumu hep google haritalarda işaretlediğimden noktalar arası yollar nasıldır? Yol var mı? Kafamda deli sorular dönerken “ben geldiğim yoldan ger dönmem aga” dedim. Hemen haritaları açtım kafamdan bir rota yapıp noktaları kağıda yazdım. “Burdan buraya buradan buraya geçerim” diye kafamdan planımı yaptım, atladım motora yola başladım. Yolun başına geldiğimde yolu az çok tahmin ettim ama serde gençlik var, geri dönmek yakışmaz diyerek vira bismillah diyip devam ettim.


Rakıma tikkat (daha yolun başı)

Shkhara dağının gölgesi eşliğinde tatlı tatlı giderken yol da aynı acılıkta kötüleşmeye başladı. Önce stabilizeye, daha sonra bozuk yola, daha sonra da kayaların üstünden atlamaya başladım. Yolda benden başka deli olmadığından ilerisinin nasıl olduğunu bilmiyordum. Bir müddet gittikten sonra yürüyüş yapan bir ekiple karşılaşınca tamam dedim burada hayat var herhalde.



Dedim ama çook yanılmışım. Bir müdt daha gittikten sonra yol artık patates tarlasına dönüştü, benden önce muhtemelen sel olduğundan yol diye bir şey kalmamış, “tamam enduroculuğuma pislik sürecem, geri dönüyorum ulen” desemde arazi şartı motoru geri çevirmeye yetmedi. Hele bir yere geldim akıllara ziyan. 3-4 km. boyunca iniş düşünün, zemin kayalık ve yol boyunca 20-30 cm. su yani yol bildiğimiz dere olmuş. Hayatımda yoldan korktuğum ender anlardan biriyle karşı karşıya kaldım. Geri de dönemediğimden girdim mecburen suyun içine. Ne kadar dua biliyorsam artık hatim ettim. Yolun yarında motor zeminden dolayı birkaç kez yan yattı. Her yerim ıslandı, motor zaten ağır yerden zar zor kaldırdım. “Ulen burada bana bir şey olsa beni bir hafta bulamazlar” diyerekten yavaştan yavaştan tırsıyorum. Neyse ki o dere gibi yol bitip en azından zemini görebildiğim yolu görünce beterin beteri vardır misali seviniyorum.
Epey gittikten sonra yolda Polonya’dan gelen başka bir motor kafilesi görünce Hac’dan babam gelmiş gibi seviniyorum. Buraya kadar en ufak bir hareketlilik ve araç göremeyen ben adamları durdurup hemen muhabbete girişiyoruz.





Bir çift ve iki erkekten oluşan bu gurupta benim geldiğim yoldan Ushguliye gidiyor. Onlara geldiğiniz yol nasıl diyer sorduğumda “gayet güzel” olduğunu söylüyorlar. Aynı soruyu bana sorunca kıs kıs gülüyorum. Gidinde ebenizin örekesini görün diyorum içimden. Tabii yolun kötü olduğunu anlatıyorum ama onlarda benim gibi “ne kadar kötü olabilir ki?” diyorlar ki yola devam ediyorlar. Onlarla vedalaştıktan sonra bir 10 km. kadar gidince Mele isminde bir köye geldim. Normal yaşam alanı görünce çok seviniyorum. Hemen birkaç foto çekiyorum



Yolda giderken önümde mikser taşıyan bir TIR geldi. Yol dar olduğundan sollayamıyorumda, o da bana yol veremiyor. Arkasında tın tın giderken, araç yükleme basamaklarından biri ağaca takılınca paaat diye önüme düştü. Biraz hızlı olsam ya da tam arkasında gitsem şu anda bu yazıyı yazamıyor olurdum herhalde. Biraz şans, biraz da tecrübe sayesinde hiçbir sıkıntı olmadan yoluma devam ettim.



Nihayet asfaltı görünce, asfalt değil ben ağlıyorum. Hemen asfalta yapışıp öpüyorum. Sabah saat 8,30 gibi çıkıp 65 km.yi 13,30 da bitiriyorum. Yani dolu dolu tam beş saat, hayatımda unutamadığım ve unutmayacağım tam beş saat. Tek tesellim tenekeçelebi me bir şey olmaması idi. Bu motorun da bu huyunu çok seviyorum. Benim tenekeçelebi’m sağolsun beni daha yolda hiç bırakmadı. Her ne kadar O’na ihanet edip de satsam da hala onu unutamıyorum.